Oscar'a saatler kala tahminlerim


83. Oscar Ödül Töreni'ne Kısa Bir Zaman Kalan Süre Zarfında DeğerlendirmelerimiYaptım Hazırladığım Listeler Aşağıda Sıralanmıştır.

http://i.ekolay.net/i/0119/248.jpg

1. EN İYİ FİLM : INCEPTION
...2. EN İYİ ERKEK OYUNCU : COLIN FIRTH
3. EN İYİ KADIN OYUNCU : NATALIE PORTMAN
4. EN İYİ ANİMASYON : HOW TO TRAIN YOUR DRAGON
5. EN İYİ YÖNETMEN : DAVID FINCHER SOCIAL NETWORK
6. EN İYİ KURGU : 127 HOURS
7. EN İYİ YABANCI FİLM : BIUTİFUL
8. EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU : CHRISTIAN BALE : THE FIGHTER
9. EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU : JACKI WEAVER : ANIMAL KINGDOM
10. EN İYİ ORJİNAL FİLM MÜZİĞİ : INCEPTİON HANS ZIMMER
VE THE SOCIAL NETWORK
11. EN İYİ KOSTÜM : ALICE WONDERLAND
12. EN İYİ GÖRSEL EFEKT : INCEPTION

- Takıntı -


Film Türü: Kurmaca, Gizem, Dram / Süresi: 18 dk. 15 sn. / Yapım Yılı: 2010 / Yönetmen: Ekrem Doydu / Senarist: Ekrem Doydu / Görüntü Yönetmeni: Bahadır Karasu / Sanat Yönetmeni: Cihan Turhan / Kamera: Ekrem Doydu, Recep Aykaç, Mehmet Emin Özdinç / Ses: Recep Aykaç / Müzik: Aydilge / Oyuncular: İsmail Törk, Cihan Turhal, Duygu Ekinci, Mert Konmuş, Ahmet Faruk Dursun / Film Hakkında: Gökhan sürekli aynı rüyaları gören işsiz bir gençtir. Gördüğü rüyaları ilk başta sorun etmese de kısa bir süre sonra onda Takıntı haline gelir. En yakın arkadaşı olan Kenan ın ise daha büyük bir sorunu vardır. Gökhan hem çevresi hem de kendi içinde boğulurken yaşanan olaylar ona rüyalarının sır perdesini aralayacaktır.

Kısa filmi ayrıca Short Films kısmındanda izleyebilirsiniz.

http://www.mybilet.com/eventinfo.php?eventid=9103


Sinemada Anlatım Öğeleri...

Birçok kuramcı ve yazar, sinemanın konuşma ve yazı dili gibi başlı başına bir dil olduğunu öne sürmüştür. Sinema dilinin sözcükleri ise görüntüler ve seslerdir.

Sinema yönetmeni, kameranın nesnelliğini ve dolayısıyla gerçekliği istediği gibi değiştirerek sinemayı bir anlatım aracı, olarak kullanabilir. Görüntüye ve kameraya ilişkin, yani sinematografik olan anlatım öğelerinin başında çerçeveleme gelir. Çerçeveleme, her film karesi içine neyin alınıp neyin alınmayacağını belirlemektir. İkinci öğe ise kamera açısı ve çekim ölçeğidir. Yönetmen nesnelerin yerini ve ötekilere göre hangi yakınlıkta ve büyüklükte görüleceğini, kameranın uzaklığını ve açısını ayarlayarak belirleyebilir. Üçüncü öğe olan kamera hareketleri ise yönetmene kamerayı belli yönlerde ve hızlarda hareket ettirerek görüntüyü kesmeden mekân içinde dolaşma ve hareketi izleme olanağı sağlar. Kamerayı hareket ettirmemek de bu bağlamda bir anlam yaratabilir. Yönetmen siyahbeyaz ya da renkli film kullanır ve istediği etkiyi yaratmak için ışık ve renk tonlarıyla oynar. Görüntüye ilişkin bu temel anlatım öğelerine, sinemanın yanılsama yaratma gücünden kaynaklanan film hileleri ile son dönemde gittikçe yaygınlaşan ve elektronikoptik sistem ve düzeneklerle gerçekleştirilen görsel efektleri de eklemek gerekir.



Görüntüye ilişkin olmayan temel anlatım öğesi ise kurgudur. Tek bir çekim, kameranın gördüğü çerçeve içindeki mekânı ve şeyleri yansıtır; bunlan bir anlam, duygu ve izlenim yaratacak biçimde kullanmak kurgu ile gerçekleştirilebilir. Görüntülerin belli sürelerle ve belli bir düzende art arda gelmesiyle sinema dili oluşur. İzleyici genellikle farkına varmasa da, bir konulu filmde ortalama her 10 saniyede bir görüntü kesilip yeni bir görüntüye geçilir ve bir filmde ortalama 600 kesme bulunur. Kurgu aynı zamanda, farklı yerlerdeki olayları aynı anda yansıtma olanağını sağladığı gibi, aynı mekânda birbirinden bağımsız gelişen olayların da birlikte perdeye yansıtılmasına olanak verir. Ayrıca, yönetmenler kurguyla çarpıcı etkiler yaratabilir, dramatik vurgular yapabilir ve yaratıcılıklarını gösterebilirler. Kararma, bindirme gibi değişik geçme biçimleri de yönetmenlerce benzer amaçlarla kullanılabilir.

Sinema, bir dizi mekân görüntüsünün zaman içinde sıralanması olarak da tanımlanabilir. Sinemanın zaman öğesi gerçek zamandan farklıdır. Sinemada her saniyede izleyiciye 24 (ya da 16) sabit fotoğraf gösterilir. Bu sayı, hareketi gerçek yaşamdaki hızıyla perdeye yansıtır. Ama bu sayının azaltılıp çoğaltılmasıyla, yani kameranın hızlandırılıp yavaşlatılmasıyla da hareket yavaşlatılıp hızlandınlabilir. Yönetmen sinemada bu olanaktan yararlanarak da değişik anlamlar yaratabilir. Şiddet sahnelerinde hareketin yavaşlatılıp destansı bir havaya büründürülmesi ya da komedilerde hareketin hızlandırılıp komikleştirilmesi bunun örnekleridir.

Kameranın hızıyla oynanmadığı sürece tek bir çekim, hareketi gerçek zaman içinde saptar. Ama yeni bir görüntüye geçilmesiyle birlikte gerçek zaman parçalanır ve sinemasal zaman ortaya çıkar. Sinemasal zaman aracılığıyla gerçek zaman içinde dolaşmak, büyük atlamalar gerçekleştirmek, 100 dakikalık bir film içinde binlerce , yılda geçen bir öyküyü anlatmak olasıdır. Bunun tersine, 100 dakikalık bir filmde çok daha kısa zaman süresi içinde geçen bir öykü de anlatılabilir. Üstelik aynı olay ve an, çok değişik açılardan tekrarlanarak gösterilebilir.

Her filmin kendi içinde bir temposu ya da ritmi vardır. Bu tempo hareketin hızıyla, kamera hareketleriyle, kesmelerin kısalığı ya da uzunluğuyla, müzik ve ses efektleriyle ve öykünün içeriğiyle sağlanır.

Emre GEÇER, 22 Haziran 2010, Antalya
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiS61KSUu536GyhfvCNmGVf6UMB7gJ7QPlhu5485F2dn3hzyQ6KXtF08XsiTgB9pAnlvG584nhuRTV6eECMAK-jxZTfqtJW3xyfDNQXzuo5Bn-17sfa78T5JoLhqjTyOMrXuz2UjqtGmD8/s1600/session+9+title.jpg
-Where do you live simon ?
-I live in weak and wound doc.


Session 9 (bir bilim kurgu denemesini saymazsak) daha önce sadece romantik komediler yazıp yönetmiş olan brad anderson'un ilk korku filmi çalışması. 2001 yıında gösterime girmiş ve gişede iki seksen yatmış olan bu filmin senaryosu da yine bu yeni yetme yönetmene ait. kadrosunda usta aktör david caruso dışında çok populer isimleri barındırmasa da oyunculuğun vasatın çok çok üzerinde olduğunu söyleyebilirim caruso'nun klasik stili dışında peter mullan'ın; *ama özellikle american psycho ve son olarak a beatiful mind filminde gördüğümüz josh lucas'ın performansları gerçekten harika.

filmin konusuna gelmeden önce türü ile ilgili de birşeyler söylemek isterim. aslında bildiğimiz lanetli ev motifinin the shining deki kadar olmasa da benzerlerinin çok çok üzeri bir seviyede zenginleştirilmiş hali denebilir. gotik mimarinin bu tip filmler üzerinde her zaman olumlu bir yeri vardır; ama bu filmdeki mekan (1800lü yıllardan kalma bir akıl hastanesi) küçük bir çocuğun bir high8 kamera ile kaydedeceği herhangi bir çekimi usta işi bir korku filmi yapmaya yetecek ölçüde tüyler ürpertici bir yer. mekanın geniş açı objektiflerle ve düzgün ses efektleriyle çekilmiş bu halini gördükten sonra yanına bile yaklaşmayı istemeyeceğimden emin olabilirsiniz.

filmi günümüz korku filmlerinden ayıran bir diğer özelliği de hedef aldığı kitle olsa gerek. mtv stili teen slasherlardan kendimizi kurtaramadığımız bir dönemde yetişkinler için tasarlanmış bir filmin çekilmesi ve hâlâ klasik korku motiflerinden etkilenen insanların varlığının hatırlanması sevindirici bir gelişme. her ne kadar gişede hüsrana uğrasa da bu film için son yıllarda the others dahil olmak üzere izlediğim en başarılı lanetli ev çalışması diyebilirim.

konusu 1800lü yıllardan kalma 1980li yıllarda terk edilmiş eski bir akıl hastanesinin onarımını üstlenen beş karakterin üzerinde yoğunlaşıyor. asbest temizleme işinden sorumlu bu beş kişi bir hafta içinde devasa büyüklükteki bu binayı temizlemeye soyunuyor; ama tahmin edebileceğiniz gibi bir takım normal dışı gelişmeler yaşanıyor haliyle cinayet motifi işin içine giriyor.

filmin her zamanki katil kim oyununu oynamanıza izin vermeyen anlatımı sayesinde suçlu bu beş kişiden biri mi, geri dönen bir hasta mı, yoksa binada hapsolmuş bir hayalet mi sorusuna bir yanıt arama girişiminiz olmuyor. tek derdiniz karakterlerin korkularını hissetmek. gündüz ve aydınlık mekanlarda geçen bir film olmasına karşın bu dev binanın bazı yerleri karanlık ve akluofobisi * olan bir karakterin bu yerlerde dolaşması ortada bir şey yokken dahi gerilmeniz için yeterli.

ses görüntü ve haliyle atmosfer olarak oldukça başarılı olan bu filmin tek kötü yanı karakterlerin oldukça derinliksiz olması. kendi aralarında bir takım konuşmalar geçiyor, herbirini diğerlerinden ayıran bir takım yönlerinin olduğunu sezinliyorsunuz; ama senaryo daha ileri gitmenize yetmiyor. bu sanki daha önce yüz bölümünü kaçırdığınız bir dizinin yüzbirinci bölümünü izlemeye benziyor. karakterleri tanımayışınız da onlara sempati duymamanıza, haliyle kendinizi onların yerine koyamamanıza neden oluyor.
sonuç olarak bu son derece ağır ve kimilerimize göre çok sıkıcı olabilecek film, havasına girildiğinde uzun süre akıldan çıkmayacak nitelikte; ama karakter ve işleniş bazında ele alındığında yazık ki vasat sayılabilecek düzeyde.






Kuleshov Efekti

Rus yönetmen Lev Kuleshov izleyicinin filme tamamiyle dahil olduğunu işte bu deneyle kanıtlamıştır. Duygusuz bir insansanız ve filme dahil olamıyorsanız sizin için geçerli olamaz. Video'da görülen 3 farklı karede oyuncu masada bir yemek, tabutta bir kadın, kanepede çekici bir kadın görmesine rağmen mimikleri aynıdır, adam tek bir sahnede söz konusu objeleri ve kişileri görmeden çekilmiştir. Ve bu çekimin arkasına yukada bahsettiğim objeler ve şahıslar yerleştirilmiştir,karakterin mimiği izleyiciye göre yemek yerken aç hissi, tabuttaki kadını görürken üzgün, kanepedeki kadını görürken ise şehvet doludur. Ancak o hisler karakterin değil izleyen kişinin olduğu için öyle görmesine sebebiyet vermektedir.



http://img251.imageshack.us/img251/8995/alfredhitchcock.jpg


Hitchcock serisine ben de orijinali 1966’da toplanmış, Truffaut-Hitchcock söyleşi serisinden bazı notlarla “insert” gireyim. Bilindiği gibi bu “efsanevi kitap”, Hitchcock Bey’i en iyi açıklayan kitaplardan (üstelik birinci elden). 1987’de AFA yayınları tarafından ülkemizde basılmış kitabın bulunmasının zorluğu da hesaba katıldığında, kitabı okuyamayanlar ve SanatLog’daki film analizlerini takip edenler için faydalı olabilir. En azından özgün bir yazı yazmaya vakit ayıramadığım bu aralar, pası Alfred abinin kendisine atmakta bir sakınca görmüyorum. Erkan Erdem

57
Günümüzde yapılan filmlerin çoğunda, çok az sinema var. Bunlara «konuşan insanların fotoğrafları» diyebilirim. Sinemada bir öyküyü anlatırken ancak başvurulacak başka bir yol kalmadığında diyalog kullanılmalıdır. Ben daima bir öyküyü öncelikle sinemaya özgü bir yöntemle anlatmaya çalışıyorum.
Sesli filmlerin ortaya çıkmasıyla ne yazık ki, bir anda tiyatroya benzer bir biçim ağırlığını koydu. Kameranın hareket edebilir olması, bu olguyu değiştirmez. Hatta kamera, raylar üzerinde ilerleyebilse de yapılan şey, sinema değil, hâlâ tiyatrodur. Bunun bir sonucu, sinemaya özgü stilin kaybıdır, diğeri ise fantezinin kaybı.
Çekim senaryosunu yazarken diyalogları görsel birimlerden açıkça ayırmak önemlidir. Ayrıca mümkün olan her yerde, diyalogdan çok görsel olgulara dayanmak gerekir. Olayı sahnelemek için hangi yöntemi seçerseniz seçin; asıl ilginiz, izleyicinin tüm dikkatini tutmak olmalıdır.
Özetlersek, perdenin her yanının duygu ve heyecan yüklü olması gerekir.
66
T: «Gerilim» sözcüğü çeşitli biçimlerde tanımlanabilir. Sizinle yapılan görüşmelerde sık sık, «gerilim» ile «şaşırtmaca» arasındaki farka işaret ediyorsunuz. Ama birçok kişi, gerilimin korkuyla ilişkili olduğunu savunuyor.
H: Böyle bir ilişki yok. Kolay Meziyet’teki santralci kıza dönelim. O kişi, genç bir adamla bir kadının evlilik konusunu tartıştıkları, perdede gösterilmeyen bir konuşmaya kulak misafiri oluyor. Santralci kız gerilim içindedir, adeta gerilimin esiridir. Telefon hattının öteki ucundaki kadın, telefon ettiği adamla evlenecek mi? Kadın, sonunda evlenmeyi kabul edince kız oldukça rahatlar, gerilimi yok olmuştur. İşte, korkuyla ilişkisi olmayan gerilim unsuruna bir örnek.
T: Santralci kız, kadının evlenmeyi reddedeceğinden korkuyordu ama bu tür bir korkuda herhangi bir acı veya keder sözkonusu değil. Ben, gerilimi, olacağı umulan bir şeyin verdiği bir endişe olarak görüyorum.

H: Gerilim yaratmanın her zaman kullanılan biçiminde, izleyicinin olan bitenin son derece mükemmel biçimde farkında olması gereklidir. Aksi takdirde, gerilim oluşmaz.
T: Şüphesiz, ama gerilim unsurunu, gizlenen bir tehlikeyle bağlantılı olarak vermek mümkün değil midir?
H: Benim düşünceme göre, esrarengiz şeyler, pek gerilim yaratmazlar. Örneğin, «kim yaptı» (Whodunit) adı verilen filmlerde, gerilim unsuru değil, entelektüel bir bilmece vardır. Bunlar, duygusallıktan uzak bir tür merak öğesi içerirler. Hâlbuki duygular, gerilimin temel dayanağıdırlar.
78
Kariyerinize ne olursa olsun, yeteneğiniz hiçbir zaman kaybolmaz.
94
Görüyorsunuz, bir film yaratmakla belgesel yapmak arasında oldukça fark vardır. Belgeseldeki temel malzeme, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Oysa bir filmde, yönetmen Tanrı’dır. Yaşamı yaratmalıdır. Bu yaratma sürecinde duygular, ifade biçimleri ve bakış açıları vardır. İstediğimizi yapmakta tam özgür olmalıyız ki, sıkıcı olmasın. Bana, akla yakınlıktan söz eden eleştirmen sıkıcı adamın biridir.
96
«Yaşamdan bir dilim» filmi yapmak istemiyorum. Çünkü insanlar bunu evde, caddede, hatta sinema binasının önünde bulabilirler. Yaşamdan bir dilim görmek için para ödemeleri gerekmez. Ayrıca, aşırı fantezilerden de kaçınırım. İnsanların karakterlerle özdeşleşebilmesi gereklidir. Bir film yapmak, her şeyden önce bir öykü anlatmak anlamına gelir. Öykü, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey olabilir, ama asla ilkel olmamalıdır. Dramatik ve insancıl olmalıdır. Zaten drama da sıkıcı kısımları atılmış yaşamdan başka nedir ki! Bundan sonraki etmen, film yapımı tekniğidir ve bu bağlamda ben teknikte salt mükemmelliğe karşıyım. Teknik, eylemi zenginleştirmelidir. Hiç kimse, sırf kameraman hoşlanıyor diye kamerayı belli bir açıya yerleştirmez. Burada önemli olan, belli bir açıya yerleştirilmiş kameranın o sahneyi en iyi biçimde vurgulayıp vurgulamadığıdır. Görüntülerin ve hareketin, ritmin ve efektlerin güzelliği, her şey esas amaca tabi olmalıdır.
99
Bazı durumlarda mutlu son gerekmez. İzleyiciyi sımsıkı kavramayı başarırsanız, sizin yürüttüğünüz mantığın peşinden gelecektir. Filmin bütününde yeterince eğlenceli olabilmişseniz insanlar “mutsuz son”u kabul edeceklerdir.
138
Tecrübelerimden öğrendim ki, kahraman tipi bir star tarafından çizilmediği zaman tüm film bundan olumsuz yönde etkileniyor. Biliyorsunuz izleyiciler, tanımadıkları birisi tarafından oynanan karakterin içine düştüğü zorluklarla daha az ilgileniyorlar.
151
T: Bu arada, söz nesnelerden açılmışken, sizin kendi filmlerinizde boy gösterme geleneğinizi bu kez eski bir gazete aracılığıyla gerçekleştirdiğinizi fark ettim.
H: En sevdiğim rolümdür. Bunu düşünürken çok kötü anlar yaşadığımı itiraf etmeliyim.
Genellikle olay yerinden geçen birini oynarım ama okyanusun ortasında oradan geçen birisi olamaz. Kayığın yanından geçen bir cesedi düşündüm ama batacağımdan korktum. Dokuz kazazededen birini de oynayamazdım, çünkü her biri yetkin bir oyuncu tarafından canlandırılmalıydı. Sonunda aklıma iyi bir fikir geldi. Bir zamanlar son derece zorlu bir diyete girerek, acılar içinde 300 pound’dan 200 pound’a düşmüştüm (150 kilodan 100 kiloya).
Sonunda kilo kaybımı ölümsüzleştirmeye ve küçük rolümü «önce» ve «sonra» resimleriyle gerçekleştirmeye karar verdim. Bu fotoğraflar, Reduco adlı hayali bir ilacın gazete reklamında kullanılmış olacaktı. İzleyiciler de, William Bendix, kayığa koymuş olduğumuz gazeteyi açtığında o fotoğrafları —dolayısıyla beni— görmüş olacaklardı. Bu rol büyük bir olay oldu. Reduco’yu nerede ve nasıl bulabileceklerini bilmek isteyen şişman kişilerden gelen mektuplar arasında adeta boğulmuştum.
188
Filmin en büyük zayıflığı, yazılı olmayan bir kuralı yıkmasından geliyor: Kötü adam ne kadar başarılıysa film de o kadar başarılıdır.

199
Bazen bir anne de bebeğine duyduğu sevgiyi «böö, bırr…» gibi sesler ve el kol hareketleriyle korkutma oyunu oynayarak gösterebilir. Bebek belki korkabilir, ama aynı zamanda gülüp elini kolunu oynatır. Konuşmaya başlar başlamaz da daha fazlasını isteyecektir.

199 (Dipnot)
1947 yılında
Hollywood’daki bir basın toplantısı sırasında Hitchcock şunları söylemişti: «Benim amacım, halkı sağlığa yararlı şoklara uğratmaktır. Uygarlık günümüzde o denli koruyucu bir hal almıştır ki, artık korkularımızdan içgüdüsel olarak kurtulma olanağımız kalmamıştır. Uyuşukluğumuzu gidermek ve ahlaksal dengemizi canlandırmak için tek yol, şok yaratacak yapay araçlara başvurmaktır. Buna ulaşmak, bana öyle geliyor ki, ancak sinema yoluyla olabilir.»

205
T: Evet, benim de söylemeye çalıştığım şey, tüm dikkatler perdedeki ana karakterler üzerinde yoğunlaştığı için bu tür özenli ayrıntıların genellikle halk tarafından fark edilememesi. Siz bütün bu ayrıntıları, kendi kişisel tatmininiz için ve tabii filmi zenginleştirmek adına koyuyorsunuz.

H: Böyle şeyleri yapmamız gerek, filmin tüm örgüsünü bir kanaviçe gibi doldurmalıyız. İnsanlar bu nedenle, tüm ayrıntıları fark edebilmek için filmi tekrar tekrar izleme ihtiyacı hissederler. Bazıları boşa harcanan çaba gibi görünse de aslında filmi sağlamlaştırırlar. İşte bu nedenle bu filmler yıllar sonra yeniden gösterime giriyor, zamana karşı ayakta kalıyor ve modası geçmiyor.
224
H: Perdede cinselliğin de, bir
gerilim unsuru olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer cinsellik, aşırı biçimde göze çarpıyorsa ve çok belirginse gerilim olamaz. Filmlerimde hep görmüş geçirmiş sarışınları seçmemin nedenini biliyor musunuz? Biz, ancak yatak odasına girdikten sonra fahişeleşmeye başlayan, gerçek hanımefendilerin peşindeyizdir. Zavallı Marilyn Monroe, cinsellik sanki yüzünün her yanında yazılıydı. Brigitte Bardot da pek usta ve kurnaz bir kişi değildi.

T: Başka bir deyimle, sizi içteki ateşle dıştaki soğuk görünüm arasındaki paradoks ilgilendiriyor.
H: Kesinlikle. Cinsel yönden en ilginç kadınların İngiliz kadınları olduğuna inanıyorum. İngiliz kadınlarının, İsveçlilerin, Kuzey Almanların ve İskandinavların, cinsel yönlerden Latin kadınlarından, yani İtalyanlardan ve Fransızlardan daha heyecan verici olduğunu hep hissetmişimdir. Cinsellik ilan edilmemelidir. Okul öğretmenine benzeyen bir İngiliz kızı, sizinle hemen bir taksiye binmeye razı olacak ve hatta coşkun bakışlarınız altında pantolonunuzun fermuarını bile kendisi açacaktır.

255
T: Uçak sahnesi çekiminin en belirgin yanı, tümüyle gereksiz ve nedensiz olması. Tüm akla yakınlığı yok eden, hatta önemini bile kaybettiren bir sahne bu. Böyle bir yöntemle yaklaşıldığında
sinema, tıpkı müzik gibi son derece soyut bir sanat oluyor.

265
Aynı konunun bir başka yönü de, boşluğun ziyan edilmemesi gereğidir. Çünkü bu boşluk, dramatik efekt yapmak için kullanılabilir. Örneğin, Kuşlar’da (The Birds) kuşlar barikatlarla korunmuş eve saldırdığında, divanda oturan Melanie çığlık atarken kamerayı geriye çektim. Buradaki amacım, onun korkudan büzülmesine neden olan şeyin hiçliğini göstermek üzere boşluğu kullanmaktı. Yeniden ona döndüğümde, kamerayı bu sefer de yükseğe yerleştirerek, onda gittikçe artan korku izlenimini güçlendirdim. Ondan sonra Melanie’nin çevresinde ve tepesinden dolanan başka bir kamera hareketi vardı. Ama başlangıçtaki boşluk, sahnenin asıl önemli unsuruydu. Eğer hemen başlangıçta kamerayı kızın yüzüne tutmuş olsaydım, onun görebildiği, ama izleyicinin göremediği bir şeyden korkup geri çekildiği duygusunu almış olacaktık. Ben tam tersini oluşturarak perdenin dışında bir şey olmadığını vurgulamak istedim. Bu yüzden tüm boşluğun belirli bir anlamı vardı.

Bazı yönetmenler, aktörleri dekorun önüne yerleştiriyor ve ardından da aktörlerin oturmasına, ayakta durmasına ya da yatmasına bağlı olarak kamerayı belli bir uzaklığa yerleştiriyorlar. Bence böyle bir şey çapsız düşüncenin örneğidir. Tam ve titiz olmadığı gibi, kesinlikle hiçbir anlamı da yoktur.
323
Çünkü
sinema, dünya üzerinde en çok bilinen ve en kuvvetli kitle iletişim aracıdır. Eğer bir filmi doğru olarak düzenlemişseniz, duygusal açıdan bir Japon izleyici, Hintli izleyici gibi aynı anda çığlık atabilmelidir. Bu, bir sinemacı için daima büyük bir meydan okumadır.

Bir roman, başka bir dile çevrilirken ilginçliğinden çok şey yitirebilir. Aynı biçimde gala gecesinde çok güzel sergilenen bir oyun, daha sonra aynı başarıyı göstermeyebilir. Ama bir film, dünyanın her yanında yolculuk yapar. Altyazı konulduğunda etkisinden yüzde 15, iyi bir seslendirme yapıldığında da yüzde 10 yitirdiğini farz edersek, projeksiyon koşulları hatalı bile olsa, görüntü tümüyle kalacaktır. Gösterilenler —bunları hiçbir şey değiştirip başka biçime sokamaz— sizin çalışmanızdır ve kendinizi her yerde aynı terimlerle ifade edersiniz. Etiketler: alfred hitchcock, öykü anlatımı, cameo, dekor, erkan erdem, film çekim süreci, film konsepti, film sanatı, filmler, françois truffaut, gerilim, hitchcock, hollywood, oyuncular, sahneleme, Sanat, SanatLog, Söyleşiler, Sinema, sinema anlayışı, sinema sanatı, soğuk sarışın, The Birds, usta yönetmenler, Whodunit, William BendixFederico Fellini’den Sözler 28 Kasım 2008 Yazan: admin
Kategori:
Logos, Sanat, Sinema4 yorum
“Ben gerçeği herkesin kendisinin bulması gerektiğine inanırım. Bana kalırsa, sosyal bir öbek için bir çağrı hazırlamak, ya da herkes için çağrı olacak bir film çevirmek boşunadır. Bir topluluğa hitap edilebileceğine inanmıyorum. Çünkü topluluk dediğimiz nedir ki? Her birinin kendi gerçeği olan belli sayıda bireylerin toplamı. Filmlerimin bir sonu olmayışının nedeni de budur. Filmlerimin hiçbir zaman basit bir çözümü yoktur. Bana kalırsa, bir sonuca ulaşan herhangi bir öykü anlatmak, sözün tam anlamıyla ahlâk dışıdır. Perdede bir sonuç sunduğunuz anda seyircinin işine karışıyorsunuz demektir.”
“Sanatta tanımlamalar anlamsızdır. Etiketler bavullara konur… Sanatta bütün yolların geçerli olduğu kanısındayım.”
(Andrei Tarkovski hakkında) “Büyük sanatçı, büyük ruh, büyük usta.”

Buster Keaton, Charlie Chaplin’den daha çok hoşuma gider. Kedi parlaklığındaki gözleri, kemirgenleri andıran keskin dişleri ile Chaplin bende bir tür kuşku, güvensizlik yaratıyor. Chaplin’in belki de en büyük olduğunu kabul ediyorum. Ancak Keaton’ın duygu sömürüsüne ihtiyacı yoktu. Giriştiği mücadeleleri ve başına gelen yıkımları, haksızlıkları ya da adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için yaşamamıştır. Ve bu mücadeleler, bizi heyecanlandırmayı ya da bize tepeden bakmayı amaçlamaz. İnatçı çabasının özü, bize bir bakış açısı, tümüyle değişik bir perspektif önerisinden ibarettir. Âdeta bir felsefedir bu, değişmez kavramlardan oluşan bir sistemin içinde donup kalmış bütün varsayımları ve fikirleri altüst eden ve bunları geçici ve yararsız kılan değişik bir din. Budizm’den direkt gelen gülünç bir varlık.”

(Otto e mezzo hakkında) “Aslında, bu filme bir isim vermeyi bile becerememişim. Notlarımın olduğu deftere, o güne kadar çekmiş olduğum bütün filmlere gönderme yapmak amacıyla 8 1/2 şeklinde bir not düşmüştüm, geçici olarak. O, filmin adı oldu.”
“Bir sanat eseri, yalnız ve tek bir ifadeden, kendi öz ifadesinden doğar. Genellikle tercihim, sinema için yazılmış özgün konulara yöneliyor. Öyle sanıyorum ki sinemanın edebiyata ihtiyacı yok. Yalnızca sinema yazarlarının, yani merakını ritimle, sinemaya özgü ahenkle anlatan kişilere ihtiyacı var. Sinema, en iyi varsayımla bile her seferinde hayali kopya resimler gibi üst üste çakışmalara ihtiyacı olmayan özerk bir sanat dalıdır. Her sanat eseri, algıladığı ve ifadesini onda bulduğu boyutta yaşar. Bir kitaba ne basılır? Durumlar… Ancak, bu durumlar kendileri olmadan, hiçbir anlam taşımazlar. Önemli olan, bu durumların ifade edildiği duygulardır, yani hayal gücüdür, ortamdır. Işıktır ve sonuç olarak bunların yorumudur. Oysa bu olguların kâğıt üzerindeki yorumunun, sinematografik yorumu ile hiçbir ilgisi yoktur.”


“Bir sanatçı her zaman kendinden söz edermiş gibi geliyor bana. Bir filme giren günlük şeyler bile sanatçının acı ve kaygılarının tanıklarıdır.”
“Gerçeği abartmaktan, süslemekten, güzelleştirmekten hoşlandığımı bütün dostlarım bilir. Bazı insanlar bu yüzden yalancı olduğumu söylüyorlar. Benim gibi düşlerin ve görüntülerin dünyasında yaşayan birisi için gerçeğe sadık kalmak ancak doğaüstü, aşırı bir zorlama olabilir.”
“Kitaplar okumaya, tablolar görmeye hiç gerek yok. Yaşam bugüne dek, bu yapıtlarla şartlanmıştır; çağın özü onlardır. Öyleyse yaşamak yeterlidir.”
“Asıl katıksız anlamda Yeni-Gerçekçiliğin benim için almamı: insanın kendini ve başkalarını araştırması, bütün yönlere, hayatın bulunduğu her yöne doğru bir araştırma…”
“Franz Kafka… Düşsel bir peygamber…”

“Tek gerçeklik düşlerdir.”

“Düşlerimiz bizim gerçek yaşamlarımızdır.”
(Alfred Hitchcock’un The Birds – Kuşlar filmi hakkında) “Kıyamet şiiri…”
“Yeni-Gerçekçiliğin ‘film yapmak yaşama karşı bir alçakgönüllülük eylemidir.’ öğretisini kabul etmiyorum… Çünkü bu yaşama karşı alçakgönüllülük işini, kamerayla olan işinize dek uzatacak olursanız, artık sinema yönetmenine gerek kalmayacaktır.”
“Duyduğum tek sorumluluk duygusu, cehalet ve aptallık tarafından üretilen vasatlıktan kaçınmaktır.”
“Seyirci (…) istekleriyle şartlanmak olanaksızdır. Buna önem verecek olursanız, kendinizi aşağılayıcı ve küçültücü bir duruma sokarsınız…”
“Bir insanın gerek kendisi ve gerek başkalarıyla ilişkileri, gerekse de hayatın gizemleri konusundaki bütün araştırmaları tinsel ve gerçek anlamda dinsel bir araştırmadır.”
“Son yok. Başlangıç yok. Sadece hayatın sonsuz tutkusu var.”
“Benim bir tek hayatım var, onu da sana anlattım. Bu benim vasiyetim, çünkü anlatacak başka bir şeyim yok.”
(Akira Kurosawa hakkında) “Büyük bir gösteri adamı.”

“Ben yarım Romalıyım. Annemin ailesi Romalı. Hem de çok uzun yıllardan beri. Soykütüğü araştırmalarıyla uğraşmaktan haz duyan bir yeğenim var, annemin kızlık soyadı Barbiani’ye kayıtlarda ilk olarak 1400′lü yıllarda rastlamış. Papa 5. Martin’in maiyetinde bir Barbiani’nin çalıştığını bile saptamış hatta. Bunaryosuz senaryoları filme çekmeye zorlayan kişi çok uzaklardaki bu atadır… Roma’da yaşamaya 1938′de başladım. Burada kendimi çok daha rahat hissettim. Ama peki benim Romalı yanım var mı? Genel düşüncelere göre Romalı, dışa dönük, nefsine düşkün, eli açık, epey sosyal, insanlarla birlikte olmaktan zevk alan, iyi masalardan keyif alan, siyasete tutkunluk derecesinde bağımlı, kendisini dinsiz diye tanıtan, ama karısıyla kızlarını ‘Bir ailede tanrı ile arasının iyi olması gereken kişiler de olmalıdır…’ düşüncesiyle kiliseye yollayan biri… Ancak bu pek sempatik kusurları ve insani nitelikleri kişiliğimde tam anlamıyla yansıttığımı hiç sanmıyorum. Özellikle siyasal tutkuya gelince, bu konuda Romalı değil, tam bir Eskimo’yum.”
“Sinema sirke çok benzer; eğer sinema olmasaydı, pekâlâ bir sirk yöneticisi olabilirdim. Sirk de sinema gibi katıksız bir teknik ve doğaçlama karışımıdır.”
“Şanslı olanlar mantığa pek fazla bel bağlamazlar. Onlar sezgilerine güvenmekten, sezgileri tarafından yönlendirilmekten kor
kişi uyuşturucu müptelâsıymış ve bir zehirlenme olayıyla ilgili olarak engizisyonda yargılanıp hapse atılmış; otuz yılını fareler ve örümceklerle iç içe geçirmiş. Kim bilir, beni belki de bu tür sekmazlar.”
“İtalya gibi bir ülkede hayatımda tek bir futbol maçı bile izlemediğimi bir şekilde öğrenmeleri ya da herhangi bir seçimde bilinçli verilmiş herhangi bir oya sahip olmayışımı ifşa etmem, linç edilmem için yeterli sebeptir sanıyorum. Neyse ki, İtalyanım ve Orta İtalya’da yaşıyorum… Vatandaşlarım beni linç etmek için gerekli enerjiyi toplayıncaya kadar, kaçmak için gerekli enerjiyi toplamış olurum sanırım.”
“Her filmimin başında, vaktimin en büyük bölümünü çalışma masamda geçirir, habire kıç ve meme resimleri çiziktiririm. Bu, benim filmime başlama, bu karalamalar arasında onu çözme biçimimdir. Tıpkı bir labirentten çıkışı sağlayan ipuçları gibi…”


“Film (…) kendi kendimi araştırmamı sağlar. Aslında hiçbir zaman çözümü bulmayı istemem. Ne yapayım çözümü? Yaşam belirtisi bu değil mi; aramak, durmaksızın aramak…”
“Eğer Brigitte Bardot varolmasaydı onu yaratmak zorunda kalacaktık.”
“Işık, filmin özüdür. Ve bu nedenle sinemada ışık ideolojidir, duygudur, renktir, tondur, derinliktir, havadır, öyküdür.
Işık, fantastiğe, düşe eklenen, yok eden, sınırlayan, coşturan, zenginleştiren, nüanslandıran, altını çizen, benzeten şeydir, bu şeylere itibar kazandırır, onları kabul edilebilir hale getirir. Ya da tam tersine, gerçeği fantastik hale getirir, en gri günlük olayı mucizeye dönüştürür, şeffaflık katar, gerilimler, titreşimler önerir.
Işık, bir yüzü oyar ya da parlatır, olmayan ifadeyi ekler, donukluğa zekâ pırıltısı, yavanlığa çekicilik katar. Işık, bir yüzün zarafetini ortaya çıkarır, bir manzarayı yüceltir, onu yok olmaktan çekip çıkartır, bir dekorun fonuna büyü katar.
Işık, film hileleri vb. gibi özel efektlerin birincisidir. En basit, en kabaca gerçekleştirilmiş dekor, ışık sayesinde beklenmedik, hiç akla gelmedik perspektifler yaratabilir ve konuyu muğlak, endişe verici bir atmosfere sürükleyebilir; ya da yalnızca güçlü bir projektörü yakarak ya da bir başkasını devreye sokarak, kasvetli hava yok edilebilir ve her şey ferah, bildik, güven verici bir hale girer. Film denen şey ışıkla yazılır; biçim, ışıkla ortaya dökülür.”


Federico Fellini’nin Sevdiği Filmlerden Bazıları:

1925 Maciste all’ inferno (Guido Brignone)

1928 The Circus – Sirk (Charlie Chaplin)

1931 City Lights – Şehir Işıkları (Charlie Chaplin)

1931 Frankenstein (James Whale)

1933 The Devil’s Brother (Hal Roach & Charles Rogers)

1939 At The Circus – Üç Ahbap Çavuşlar Sirkte (Edward Buzzell)

1939 Stagecoach – Cehennem Yolcuları / Posta Arabası (John Ford)

1946 Paisa – Hemşeri / Köylü (Roberto Rosselini)

1947 Monsieur Verdoux (Charlie Chaplin)

1950 Rashômon (Akira Kurosawa)

1957 Smultronstället – Yaban Çilekleri (Ingmar Bergman)

1962 Totò e peppino divisi a berlino (Giorgio Bianchi)

1963 The Birds – Kuşlar (Alfred Hitchcock)

1968 2001: A Space Odyssey – 2001: Uzay Macerası (Stanley Kubrick)

1972 Le Charme Discret de la Bourgeoisie – Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği (Luis Bunuel)

(Yararlanılan kaynaklar: Göstermenin Sorumluluğu, sabah.com.tr, Ekşi Sözlük, IMDb, Sinema Dümyası)

Senaryo Yazmayı Başarabilmek...



**MELEK**


Senaryo yazmak kolay bir iş değildir, ama bu işi yeterince isteyen herkes yapabilir. Çünkü her insanda bu zor işin üstesinden gelmesine yetecek güç vardır. Gizlidir sadece, henüz keşfedilmemiş olabilir, ama açığa çıkartılabilir.

Başarmayı istemek ve yazabileceğine inanmak yeter...

Senaryo yazımıyla (aslında her türden sanatsal faaliyetle) yeni uğraşmaya başlayan herkesin en önemli gereksinimi gücünü keşfetmektir. Yazabileceğinize inanmanız buna bağlıdır. Gücünüzün yeterli olduğunu bilirseniz kendinize inancınız artar, başaramayacağınıza ilişkin endişeleriniz zayıflar.

Gücünüz yeterli bile değil, çok daha geniş, sınırsız diyebileceğimiz kadar geniş, çünkü çok önemli silahlara sahipsiniz.

Bunlardan ilki ilham; yani (geçen sayı yaptığımız tarife göre) var olan her şeyle ve herkesle aranızdaki bağlantıdan akıp gelen bilgi... İlham öyle bir yaratıcılık pınarıdır ki asla suyu kesilmez, giderek artar, siz aldıkça daha da fazlasını verir, onun bilincine vardıktan sonra herhangi bir konuda kaygılanmaya gerek kalmaz.

İkinci en büyük silahınız ise sizsiniz.

Benzersizliğiniz.

Her insan diğerlerinden farklı genlere, bilinçaltına ve yetiştirilme sürecine sahip. Bu açıdan her insan benzersiz. Bu farklılık çok değerli. Özellikle sanatsal faaliyetle uğraşanlar için. Çünkü sanat üretimi sahip olduğunuz bu zenginlikle yapılıyor, bunlara bağlı, bunlardan güç alıyor.



Bilinçaltınızda, belki çoğunu anımsayamadığınız binlerce an, yüzlerce etki yatıyor. Örneğin 2,5 yaşındayken gördüğünüz bir yüz, atlattığınız bir tehlike, yaşadığınız bir sevinç anı... Bilincinizde milyarlarca an, belleğinizde duyduğunuz milyonlarca söz, izlediğiniz filmler, okuduğunuz kitaplar var. Bunlar inanılmaz bir zenginlik oluşturuyor.

Hazine dolu bir sandığın üzerinde oturuyorsunuz, ve hala yoksul olduğunuzu sanıyorsunuz. Oysa tek yapmanız gereken, üzerinden kalkıp o sandığın kapağını açmak...

Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağız.

Bir alıştırma
Gücünüzü görebilmeniz için bir alıştırma önereceğim size.

Önce, eğer varsa, önceden ilhamını aldığınız öykü parçacıklarını, film hikayesi fikirlerini şimdilik bir kenara bırakın. Çünkü bu alıştırmanın amacı, daha önce üzerinde hiç çalışmadığınız, sizin için tamamen yeni olan bir konuda bile aslında ne kadar çok şey bildiğinizi, inanılmaz yüksek sayıda fikre sahip olduğunuzu ve onlarca yeni fikrin ilhamını alabileceğinizi görmeniz.

Bu alıştırmanın çıkış noktası "melek" kavramı olacak; çeşitli zorlukları yüzünden bu temayı seçtim. Ya siz de çoğu insan gibi onların var olduğuna inanmıyorsunuzdur, ya da inansanız bile meleklerle kişisel ilişki kurma imkanı bulamamışsınızdır. Yani melekleri tanımıyorsunuz. O yüzden onlarla empati kurmanız kolay olmayacak.

Öte yandan onlar hakkında dinsel kökenli çeşitli bilgilerimiz var, örneğin günahsız olduklarını biliyoruz. İnsanlara yardım ettiklerini de. Ayrıca özellikle Hıristiyanlıkta "koruyucu melek" kavramı var; insanların daima yanlarında bulunan, onları koruyup gözeten varlıklar.

Ve bir de melekleri konu alan veya ana karakterleri arasında meleklerin de bulunduğu filmler biliyoruz. Wenders başyapıtı "Himmer Über Berlin / Berlin Üzerinde Gökyüzü" ve onun Holivud versiyonu "City of Angels / Melekler Şehri" Hıristiyanlık mitolojisine yaslanıyor, meleğin insanlaşması temasını işliyordu: Bir genç kıza aşık olan melek, onunla birlikte olabilmek için insan olmayı kabullenir, sonsuz yaşamdan vazgeçip dünyaya "düşer"...

"It's A Wonderful Life / Şahane Hayat"ın ana karakteri intihar etmeye kalkıştığında koruyucu meleği karşısına çıkıp ona, hiç doğmamış olsaydı yaşamın nasıl şekilleneceğini gösterir, yaşamının değerini anlamasını sağlar...

1943 tarihli "A Guy Named Joe" filminden Steven Spielberg'in uyarladığı "Always / Daima"da ise yangın pilotu olan ana karakterimiz öldükten sonra, genç bir meslektaşına koruyuculuk yapmakla görevlendirilir.

Bu üç filmin de örneklediği gibi, melek temalı bir film hikayesi çalışırken dört bakış açısı mümkün olabiliyor: Ana karakteri melek yapıp, hikayeyi onun açısından anlatmak, ana karakteri insan olarak belirlemek, insanı meleğe, veya meleği insana dönüştürmek... Örneklediğimiz filmler arasında ana karakteri melek olan ve öykü boyunca melek olarak kalan bir film yok, ama kuşkusuz bu da yapılabilir.

Asıl mevzu
Hikaye kurma çalışması yazarın kişisel tercihleri sonucu yapacağı seçimlerle ilerler: Siz de alıştırmanın bu aşamasında bu dört bakış açısından birini seçeceksiniz. Bu rast gele bir seçim olmamalı, yapacağınız seçimi belirleyecek şey filmde neyi anlatmak istediğiniz.

Her film bir şeyi anlatır. Filmlerde birden fazla konu olabilir kuşkusuz, bunlardan biri asıl mevzuudur, diğerleri yan unsurlar. Yazacağınız senaryoda asıl işlemek istediğiniz konuyu/temayı bir cümleyle özetlemenizi öneririm, senaryoda hangi öğelerin yer alıp almayacağını, aklınıza gelen bir fikrin bu filme uygun olup olmadığını bu cümleye bakarak belirleyeceksiniz.

Bu aşamada bu filmde aslında neyi anlatmak istediğinizi bilememeniz normal. Senaryo yazmaktaki en büyük güçlüğün o bir cümleyi kurmak olduğunu kendi deneyimlerimden biliyorum, size de bu konuda acele etmemenizi öneririm. O cümle elinizde hazır olmadığı için vazgeçmeyin, çalışmayı sürdürün, eninde sonunda aslında neyi anlatmak istediğinizi bileceksiniz.

Bu aşama düşünme aşamasıdır. Melek kavramı ve meleklerle ilgili sahip olduğunuz bilgileri düşünün, not alın. Bu faaliyet bilinçaltınızın bu konu üzerinde tam kapasite çalışmasını sağlayacak ve sizi ilhamlara daha açık hale getirecektir.

Meleklerle ilgili en kesin bilgi insanlara yardım ettikleri. Bu, insanların büyük çoğunluğunun da kabul ettiği bir veri, meleklere inanmayanlar da onların insanlara yardım ettikleri fikrini işleyen bir filmi yadırgamayacaklardır.

Tamam ama bilgimiz yetersiz. Örneğin meleklerin insanlara hangi koşullarda ve nasıl yardım ettiklerini bilmiyoruz. Kafalarına göre hareket edip diledikleri an insanların işine karışıyorlar mı, yoksa bizim onlardan yardım istememiz mi gerekiyor?

Ve yardımı nasıl yapıyorlar? "Daima"da olduğu gibi hep yanımızda duruyor ve bize fikir mi veriyorlar? Düşüncelerimizin bir kısmı aslında onlara ait de biz onları kendi fikrimiz mi sanıyoruz?

Bir film hikayesi yazmak için seçimler yapıldığından bahsetmiş, senaryoda asıl neyi anlatmak istediğinizi belirten bir cümleyi belirlemenin şu aşamada zor olduğunu, bu konuda sabretmek gerektiğini belirtmiştik.

Bu aşamada yapılacak en uygun faaliyet melekler hakkında düşünmek, yani dikkatini o konuya yönelik tutmaktır. Meleklerle ilgili yazacaksanız, böyle bir işe kalkıştığınız bilinciyle davranırsınız, konuyu kafanızda taşırsınız. Böylece konunuz, ilham mekanizmasında öncelikli yer sahibi olur, durup dururken aklınıza, melekler veya insanlarla ilişkileri hakkında bilgiler, sahne ve diyalog fikirleri gelir, hikaye yavaş yavaş kurulmaya başlar.

Üzerinde ne kadar çok durursanız o kadar çok ilham alırsınız.

İlham büyüleyici bir mekanizmadır; örneğin meleklerle ilgili bir proje üzerinde çalışmaya niyet ettiğiniz an, var olan her şey ve herkesle aranızdaki bağlantıdan meleklerle ilgili bilgiler akmaya başlar. Dahası da var: Evren size bu konuda yardım etmeye başlar. Örneğin televizyonda kanal gezerken meleklerle ilgili bir tartışma programına veya diziye rastlarsınız, otobüste meleklerle ilgili bir sohbete kulak misafiri olursunuz, düşünüzde onlardan birini görürsünüz veya bir melek sizinle iletişime geçer.

Yazmaya ne kadar kararlı olursanız, evren de size o kadar yardım eder.

Yan gelip yatarsanız ilham/yardım azalır, bir süre sonra da biter. Çalışmaya, yani düşünmeye devam etmeniz gerekir. Hikaye tamamlanana ve siz melek olana dek...

Kan ter içinde çabalamanıza gerek yoktur, kararlı olmak yeter.

Bir de -işte bu zordur- alçakgönüllü olmanız gerekir. "Ben" yazacağım, hikayeyi "kendim" bulacağım, "benim" yaratıcılığım sayfalara akacak, biçiminde inat ederseniz, egonuz kazanır belki ama siz kaybedersiniz, çünkü kendi iç sesinizin gürültüsü ilhamı bastırır. Egonuz ilhamını aldığınız fikirleri beğenmez, sonunda oluşacak muhteşem yapıyı önceden göremediği için direnir, başka yapılar oluşturmaya kalkışır, işleri arapsaçına çevirir.

İnanın bana, en güzeli ve uygunu ilhama kulak vermektir, egonuz kontrol altına girene ve siz kendiniz dışında şeyler de (örneğin bir bebek, bir alkolik, frijit bir kadın, aç bir köpek veya bir melek) olabilene dek.

Kendiniz kadar başkaları da olamazsanız başkalarına hikayeler anlatamaz, onları yüreklerinden vuramazsınız.

Melekler hakkında yazacaksanız, melek olacaksınız.

Ben bir meleğim...
Olduğunuzdan başka bir şey olmak fikri size ters geliyorsa "ben bir meleğim" cümlesini (mümkün oldukça yüksek sesle) tekrarlayın. Çıkın balkona, çevrenizdeki hayata bakın, bir meydanda, caddede durup insanları seyredin, televizyonun karşısına geçin, kanallar arasında gezinin ve tekrarlayın: "Ben bir meleğim."

İnsan gibi görmeyi bırakın, bir melek gibi görün.

Yatağınıza uzanın ve bırakın zihniniz gezinsin çevrede. Bir melek gibi düşünün.

Ben bir meleğim.

Çiçek nedir biliyorum ama hiç çiçek koklamadım. Hiç dikmedim de, büyümesini seyretmedim.

Aşkı tanıyorum, ama ben hiç aşık olmadım.

Hiç yıkanmadım, yüzmedim, derinlere dalmadım. Yağmur nedir biliyorum ama hiç ıslanmadım.

Çocuğuma sarılmadım hiç. Bir domatesi ısırmadım. Kendimden geçercesine dans etmedim. Araba kullanmadım. Hamakta uyumadım. Bir stadyumda binlerce insanla birlikte haykırmadım. Resim yapmadım. Sevgilimi omzundan öpmedim.

Melek olmakla ilgili ilk önemli duyguyu yakaladınız böylece: İnsanların yaşadığı pek çok şeyi büyüleyici buluyorlar. Kim bilir belki de imreniyorlardır bize. Onların sadece (bizden görerek) bildiği milyonlarca deneyimi ve duyguyu bizzat yaşadığımız için.

Örneğin melek üşümeyi bilmez. Parasızlığı. Özlemeyi. Efkarlanmayı. Korkudan titremeyi. Kendini değersiz hissetmeyi. Diş ağrısıyla kıvranmayı. Bir yakınını yitirmenin acısını. Terk edilmenin yarattığı boşluğu. Oğlunu savaşa yollamayı. İntikam planlamayı. Nefreti.

Öyleyse melek için insanın kendisi büyüleyici. Acısı tatlısıyla her türden deneyime açık yaşadığından. Meleğinkine kıyasla insanınki süngü ucunda yaşamak. Bıçak sırtında. Uçurum kıyısında. Çoğunlukla boşlukta...

Senaryonuzun önemli temalarından biri daha çıktı böylece: İnsana saygı.

Zaten insana secde etmesi istenmişti.

Meleğin yapmadığı bir şeyi yapmayı kabul ettiği için: Bedenlenmeyi.

Dünya üzerindeki bu zor hayatı yaşamayı.

Meleklerin en güçlü duygularından birinin insanlara yardım etmek olması çok doğal; bizim hayatımız onlara çok karmaşık, görkemli ama aynı zamanda korkutucu geliyor (Sanırım Wenders bu yüzden "Himmel Über Berlin-Berlin Üzerinde Gökyüzü"nün meleklerle ilgili bölümlerini siyah-beyaz, diğer kısımları renkli çekmiş).

Onlar sadece melek, oysa insan tam karşıtını da içinde barındırıyor: Şeytan dediğimiz varoluş biçimini, kötücüllüğü...

Bu iki yan sürekli çatışıyorlar. İnsan yüreğiyle zihni arasındaki gerilimden yorgun düşüyor. Ruhu alt üst oluyor, kafası karışıyor. İçindeki sevgi ile korku arasında savruluyor.

Hayat zor ve melek bunu biliyor.

Farklı eğilimler
Tam da bu yüzden melekleri konu alan filmlerin hemen tamamı insanlara yardım temasıyla o ya da bu şekilde ilgileniyorlar. Meleklerin varoluş biçimi ve duygularıyla ilgileri ise farklı seviyelerde.

"Always / Daima", melek olarak dünyaya geri yollanan kahramanımızın kendisinin sahip olduğu ve -ölerek- yitirdiği şeyleri bir başkasının kazanmasına yardımcı olmasındaki gururlu hüzne odaklanır. "It's A Wonderful Life" ise intihar etmeye karar vermişken karşısına çıkan koruyucu meleği aracılığıyla insan olmanın ve hayatın olağanüstü yönlerini öğrenen bir insanın yaşadıklarına ve duygularına... "Berlin Üzerinde Gökyüzü" meleklerin duygularına ağırlıklı yer verirken ondan hareketle yapılan "City of Angels / Melekler Şehri" -Holivud'dan bekleneceği üzere- meleklikten vazgeçip insan olmaya karar veren ana karakterinin yaşadığı aşk hikayesine odaklanır. Her gün 19.30'da Digitürk Hallmark kanalda gösterilen "Meleklerin Dokunuşu" dizisinde ise ana karakterler melekler, "bedenlenerek" insanlar arasına karışıyor, onlara sorunlarını çözmeleri için yardım ediyorlar.

Bunlar tercihlerdir. Bunları ve hayatı "bir melek olarak" inceler, yeterince üzerinde durursanız sizin tercihiniz de netleşmeye başlayacaktır.

Kuşkusuz tercihinizde kişiliğiniz ve yaşam görüşünüz ağırlıklı rol oynayacak. Örneğin bir yazar melekler kadar "melek gibi" insanlar sayesinde de hayatın güzelleştiğini anlatmayı yeğlerken bir diğeri çeşitli insanlara yardım etmekte başarısız olan melekleri anlatmayı ve böyle bir hikaye aracılığıyla ilahi yardımlara rağmen dünyada işlerin kötüye gittiği çünkü insanoğlunun çiğ süt emmiş olduğu mesajını vermeyi tercih edebilir.

Bu aşamadaki eylem planınız basit: Mümkün olduğunca malzeme toplayın ve ilham alın, sonra kafanızdaki her şeyi tek bir cümleyle ifade edin.

Fotoğraf ve Fotoğrafın Sinemadaki Yeri


Fotoğraf sinemanın temellerini oluşturur. Asıl mekanizması belirlenmiş ölçüleri olan bir negatife belirli bir süre içerisinde
ışık hüzmesi düşürülmesi ile kaydedilen görüntüyü, değişik kimyasal işlemlerden geçirerek belirli bir görüntü düzleminde (örn:fotoğraf kağıdı)
gözlenebilir kılmaktan ibarettir. Fotoğrafın bulunmasından sonra 1900'lü yıllara yakın sinema sektörü gelişmiştir.

Çünkü sinema fotoğrafların gözün algılayış şekliyle bir bütün şeklinde hareketli hale gelmesiyle oluşturulmuş bir sanat dalıdır. Sinema sanatında 1900'lü yıllardan sonra iletişim programları konusunda yapılan araştırmalarda hala günümüzde geçerliliği olan kalıplar yer almaktadır. Her sinema filmi saniyesinde, 24 kare fotoğraf ilerlemektedir. Zamana vurulduğunda saniyesinde 24 kare içerecek şekilde film negatifleri kullanılır.

İnsan gözü son yıllarda yapılan fizyolojik araştırmalar sonucunda saniyede 24 kare fotoğrafdan fazlasını algılamamaktadır. Bunun üzerine gelişen reklamcılık sektörü ise bunu pazar haline getirerek 24 kare olan saniyelik sinema filmlerine; beynin algılayabileceği ama gözün hissetmediği reklamlar almaktadır. (örn: bir filmin her saniyesinde 1 fotoğraf karesine içecek, yiyecek resmi konulması. sinemada insanları bu şekilde ürünü almaya yöneltmek).

Fotoğraf ile başlayan ve 35mm ile sınırlandıran sinema sektörü fotoğrafa bel bağlama özelliğini devam ettirecektir.

Emre Geçer, 6 Haziran 2010 Antalya


Sanatsal film, sinema tarihinin başlangıcından itibaren devam eden süreçte sessiz sinema ile başlangıcı nitelendirilebilir bir süreçtir.Sinema sektörünün devamlılığı sürerken Sergei Eisenstein bu sanat dalına büyük bir katkı sağlamıştır. Tiyatroda yapılamayan etkileri sinemayla izleyice aktarmaya çalışan Sergei Eisenstein; mekan yaratma, sahne içinde çözümlemeler, izleyiciye olay örgüsünü sağlıklı bir şekilde iletme, senaryolardaki açıkları kapatma, devamlılığı olan diyalog çözümlülüğünü yaratma vb. birden çok katkı sağlamıştır. Bu katkıların ardından film endüstrisi gelişerek oluşmuş ve şekillenmiştir. 1950'li yıllardan sonra Sergei Eisenstein'in birçok araştırmasından etkilenen Andrey Tarkovski bunlardan sadece birini temsil eden sanatçıdır.

Günümüze kadar devam eden sanatsal film endüstrisi ve yaklaşımı aslında belirlenmiş kurgu tekniklerini çözümleyen, anlatan, üzerinde doğru yargıya varmak için bir sürü deney yaparak geliştiren bu insanların çizgilerinden ilerlemektedir. Sanatsal filmlerin değerlendirme aşaması ise kurgu tekniklerinin tam şekliyle incelenerek, aslında iletişimsel alanda geçerliliği olan durumlara bağlı kaldığını tartışılarak yapılır. Genel plan görüntüsü ardından, ayrıntı plan girilmez. Çünkü izleyicide ayrıntının kime ait olduğuna dair şüphe uyandırır ve
bu hissedilmeyen bir gerginlik oluşturur. Bu tarz kurgulamaların sanatsal filmlerde veya yönetmenlik bakış açısını değerlendirmede yeri yoktur. Ancak bir sahne çözümlemesi içerisinde izleyicide bir gerginlik oluşturulmak isteniyorsa bu tür kurgulamalara başvurulabilinir . Ayrıca sanatsal filmler yönetmenin kişisel yeteneğini ön plana çıkarmaya yöneliktir. Anlatılan konuya en iyi şekilde izleyiciyi dahil edebilme yeteneğidir bu aslında. 1980'li yıllardan sonra oluşan yetenekli yönetmen kavramı sanatsal film endüstrisini sarsmaya gücü yetmese bile sinema izleyicisini sanatsal filmlerden uzaklaştırmış, popülerliğe çekmiştir. Sebebi ise yönetmenlerin doldurmaları gereken film sürelerini doldurup herşeyi sonuç bölümünde açıklamayı tercih etmeleridir. Ve bu popüler kitleyi kendine bağımlı kılmıştır.

Günümüzde hala bir çok sanatsal filmleri takip eden festivaller vardır, gün geçtikçe de değer kazanmaktadır. Sanatsal filmin amacı olan anlatılan konudaki psikolojik duyguyu en iyi bir şekilde yansıtma, anlatılan konuya gerekli değeri kazandırma biçimi, yönetmenlerin kurgu kuramlarını en iyi
şekilde özümseyip yenilikler katmasıyla algılanabilir. Bu kavramlardan sonra oyunculuklar devreye girmiş olacaktır.

Sanatsal filmlerde değerlendirmeler filmin yönetimi konusunda yapıldıktan sonra oyunculuklara değinir. bir çok yönetmen ise günümüzde en iyi film ödülünü kazanmakla birlikte aynı filmde en iyi oyunculuk ödüllerini almaya çalışmaktadır. Sanatsal filmlerde önemli olan herhangi bir insanın hikayesini, yaşadığı duygusal veya sosyolojik olayi en iyi şekilde izleyiciyi aktarabilmesi ve izleyiciyi bütünlüğe dahil edebiliyor olmasıdır.

Emre GEÇER, 6 Haziran Antalya 2010
Bir adam biriyle evlenir, anlaşamaz. Yıllar sonra ise eski karısının kardeşiyle evlenir ve mutlu olur. İronik değil mi?

Bahsettiğimiz hikaye Woody Allen'ın kaleminden çıkmışsa ironik olması kaçınılmaz zaten. Onun hikayelerindeki karmaşık ilişkiler herkesin sevebileceği türden değil. Onun filmlerini sevebilmek için onun anlatmak istediklerine katılabilmeniz, o sinir bozucu karakterine kendinizi yakın hissedebilmeniz gerek.

Hannah, Holly ve Lee isminde üç kız kardeşin hayatlarından bahsederken bir yandan da kendinden fazlasıyla izler taşıyan bir "eski koca" karakteriyle hayatını sorguluyor Allen "Hannah And Her Sisters" filminde. Her filmini izlerken kadın-erkek ilişkilerine, Tanrı'nın varlığına, inanca, hayatın anlamına ilişkin ortaya koyduğu fikirleri, diyalogları irdelerim. Bu filmi de izlerken çokca düşündüm ancak en çok takıldığım nokta şuydu "ilişkilerde bir taraf ihtiyaç duyan bir taraf da ihtiyaç duyulan olduğu zaman o kusursuz ilişki sanılır" yanılgısı.


Hannah And Her Sisters filminde kız kardeşler arasında gidip gelen iki adam ele alınıyor. Biri Michael Caine tarafından canlandırılan Hannah'ın kocası ve kız kardeşi Lee'ye aşık olan Eliot diğeri ise Hannah'ın eski kocası ve yine kız kardeşi Holly'ye ilgisini gizleyememiş olan Woody Allen tarafından canlandırılan Mickey. İkisi de Hannah'ı seven ancak onun kendilerine ihtiyaç duymamasından başka kadınlara yönelen erkekler. Bu noktadan yola çıkarak ilişkileri ihtiyaç duyulan-ihtiyaç duyan kapsamında irdeliyor Allen. Lee'nin Frederick ile olan ilişkisini bizlere yansıtırken kurduğu diyaloglarda da bunu açıkca gösteriyor. Lee hayatını düzene sokan Frederick'e "benden alacak neyin kaldı" derken Frederick de "sana öğreteceklerim bitmedi, bana hala ihtiyacın var" diye basbas bağırıyor. Filmi izlerken eğer düşünmeye açık biriyseniz ister istemez kendinizi, bir ilişkiniz varsa onu yoksa eski ilişkilerinizi gözden geçirmemeniz mümkün değil. Mesela benim kafamda eski sevgilimin ayrılmadan önce bana kurduğu şu cümle belirdi "senin bana ihtiyacın yok ki".

Çok acı bir şey bu yani ilişkileri bu şekilde görmek. Ama yapılıyor, ben de yaptım. Oysa hissedersin, yaşarsın ve biter işte. İhtiyaç duyduğun için yaşıyorsan ilişki sevgililikten başka bir şey oluyor bence. Öyle değil mi?


Anlayacağınız üzere ben hala düşünüyorum. Her Allen filminden sonra yaptığım gibi. Eğer siz de ilişkiler ve hayat hakkında düşünmek istiyorsanız açın herhangi bir Woody Allen filmini izleyin. Eğer ilişkiye ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsanız açın bu filmi izleyin. Hepinize iyi seyirler.

Unthinkable : Bizler insanız bunu yapamayız.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgurSKpkE6rCs4ikfG6gWZrwNQGj60zLwx40ip-2BGRviEaBMXfeAquZUuq2DOzfvol_d2GaCnEk98gIwIQtK31zU9i0XmydfKrtAKpngK2eBo38zFgs0fGjMTl7S8ssb-HFA3c8ZNkSIc/s1600/UNTHINKABLE.jpg



-Çocukları öldüremezsin. Sen ne biçim bir yaratıksın

(Aynı kişi)

-Çocukları getirin. Ne gerekiyorsa yapın

*Bunu yapamayız. Bizler insanız. Bırakın patlasın bomba

Filmi izlemeye başladığımda önyargılarım olmadı değil, ha bu Amerikalılar kendilerini Irak'ta yaptıklarınla yine mi haklı çıkarmaya çalışıyorlar. Biliyorsunuz 11 Eylül'den sonra biz buna mecburduk tarzında filmler az da değil hani ama düşündüğüm yolda ilerleyen bir yapım olmadı. Bir teröristen bombaları nereye sakladığına dair bilgi almak için işkence tipi sorgulama yöntemleri kabul edilebilir mi? Milyonların hayatı söz konusu olduğunda insanlık dışı yöntemlere başvurmak ne kadar doğru? Savaşta ne kadar ileri gidilebilinir? Kimler suçlu? Bunun cevabını kadın ajan Brody filmin sonunda vermekte. Aslında Amerikan propagandasından ziyade film perde arkasındaki olaylara bakarak eleştirel bir bakış açısı sunmakta. Film bizlere en basitinden Amerikan üst kademelerinin 2003'ten bu yana süregelen Terrörizm olaylarıyla mücadele ederken ayrıca kendi aralarındada düşünce farklılıklarından dolayı zıtlaşmaları görebiliyoruz. Amerikan vatandaşı ama bir Müslüman 3 Amerikan şehrine 3 nükler bomba yerleştiriyor bombanın patlması durumunda beklenen ölü bilançosu 10 milyon insan. Bombaları yerleştiren Yusufun ise 2 şartı var 2 şartda Amerikan güçlerinin Müslüman ülkelerini rahat bırakması, evet 10 milyon kişinin canı tehlikede, yapılabilecekler belli, adamın istekleri belli ama bazısı o durumda iken bile Barbarlık kelimesinden uzak durmak için 1o milyon kişiye iki çocuğu tercih edebilirken bazısı ise bir Terröristin tehditi yüzünden asırların planı olan Ortadoğru projesinden vazgeçemeyiz düşüncesi.Filmin sonunda bu bakış açısı yeterli mi diye kendinize sorabilirsiniz. Bence değil. Bu kadarını söyleyeyim; işkenceye sıfır tolerans çok yanlış bir felsefe. Oyunculuklara gelirsek Samuel L. Jackson kendisini yine aşmış, Carrie-Anne Moss'ta sade ama ikna edici bir performans sergilemiş. Gerilim açısından sağlam bir yapım olmuş.

http://thefilmstage.com/wp-content/uploads/2010/06/Unthinkable-590x302.jpg

- Bana barbar diyorsunuz.Peki siz nesiniz? 50sivil öldürdüm diyemi gözyaşı dökeyim. Siz hergün okadar kişi öldürüyorsunuz.
Sundance Film Festival Image via Wikipedia




Sundance Institute have announced that 12 short films from the Sundance film festival 2011 will be available on YouTube screening room for public viewing.Along with that 8 classic short films from the institute alumni and earlier festivals will also be screened.Screening started January 6, 2011 and will continue to screen through February 3, 2011.Each YouTube Screening Room series is scheduled to run for a span of six weeks.


Sundance film festival director of programing Trevor Groth said "We are thrilled to be able to share a selection of short films free online on the YouTube screening room with the broader public."

The YouTube Screening room {screeningroom} is a curated wing of YouTube

Black Swan

- ne yaptın sen?
-hissettim.
-ne?
-kusursuz hissettim.ç kusursuzdum...


Darren Aronofsky'nin yönettiği son psikolojik gerilim " Black Swan" filmi bu sözlerle bitmişti.

http://www.gorkemozdogan.com/image.axd?picture=2011%2F2%2Fblack-swan_poster-535x792.jpgAmerikan sinemasında psikolojiyi iyi irdeleyen yapımlarıyla tanınan Aronofsky Altın Kürede en iyi kadın oyuncu ödülünü Natalia Portman'a kazandıran filmiyle genç bir dansçının Siyah kuğu olmak için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Nitekim aslında film bir çok fikre gebe bırakıyor, öyle bir mücadele ki Bir şeyi çok isteyip ona ulaşmak için farklı kişiliklere bürünmek,kendi içinde bir düşmanla savaşmak,kendi kendinin düşmanı olmak ve kendi sonunu yaratmak...sıkışmış kırılganlığından ve tırnaklarıyla kazıdığı kabuğunun altından çıkardığı kanatları ile kurtularak mümkemmele ulaşmaya çalışan bir "kuğu"nun hikayesi. ve mükemmele giden yol (ya da cennete mi demeli somut olayda ışıklar içinde bittiğine göre) insanın hırsıyla, bedeniyle, aklıyla adanması, tüm benliğiyle kendisini saran kuşatan herşeyle ve nihayetinde kendiyle kavgasından mı geçer?
Aslında filmi bayan izleyecilerin daha çok etkisi altında bıraktığını düşünüyorum bir erkek olarak filmi izledikten sonra direk bir bayan eleştirmenin yazısını okudum Ece Temelkuran'ın Haber Türk'te film için yaptığı yorum dikkatimi çekti paylaşmak istedim.

http://www.haberturk.com/yazarlar/594449-kugunun-savasi

The Last 3 Minutes


Po King-Chan once directed a beautiful short movie called “The Last 3 Minutes” based on the phenomenon that your entire life flashes through your mind right before you die.



Kısa film öyle bir şeydir ki her kesime hitap etmez, öyle bir şeydir ki aslında bir bakıma uzun metraj film çekmek için harcanan zamanların boşuna gittiğini gösterebilir öyle bir şeydir ki Beş dakikada hayata bakışınızı değiştirebilir. Öyle bir şeydir ki onunla birlikte kısa bir tura çıkarsınız. Ancak başta dediğim gibi bunları herkes yapamaz, Eğer az önce saydıklarımın bir kaçı bile, kısa film diye izlediğiniz şeylerde başınıza gelmişse işte o zaman o gerçekten kısa film olabilmiştir.

Bu yazıyı yazma sebebim sizin nezninizde hem son projem "Yanlız Şehir" hakkında bilgi vermek tanıtmak hemde Ülkemizdeki Kısa film olayına değinmek.

Kısa film, sinema ile fazla alakası olmayan ama yinede ilgilenen bir insan için hiçbirşey olmayabilir, çünkü gerçekten kısa film sadece Türkiye'de değil dünyada önemini çoktan kaybetmiş yok olmaya kadar gitmektedir. Günümüzde filmlerini izlediğiniz popüler yönetmenlerin ( Chris Nolan, Robert Rodriguez, Q.Tarantino, Woody Allen ) Sinematografi'sine baktığınızda mutlaka sinemaya ilk adımları kısa filmlerle olmuştur. Kısa film izlemeye meraklı bir insan sevdiği yönetmenlerin kısa filmlerini izlemeye kalksa bulamaz. Emin olun ki çok araştırdım ama sadece Festivaller'de birazcık popüler olan kısa filmleri izleme şansımız var neredeyse. Kısa film izlenemediği gibi artık Yönetmenlerin antreman uygulaması gibi birşey olmuştur. Aslında öyle değildir, kısa film, sinemanın iskeletidir.


Sanat, duygu ve düşüncelerin şekle dönüşümüdür. İnsan duygularını bir çok şey aracılığı ile ifade edebilir bunlardan biri de Sinema'dır. Buradan yola çıkarak sizlere Kısa Filmcilere, Kısa filme gönül veren insanlara haksızlık yapılabildiğini söyleyeceğim. Eğer anlatacak bir derdiniz varsa, bir düşüncenizi aktarmak istiyorsanız minimum 80 dakikalık bir süreçte bunu anlatamamışsanız bu bir başarısızlıktır. Ancak başardıysanız bu bir başarı değildir çünkü herkes o süreçte bir şekilde derdini ve düşüncesini açıklayabilir, Kısa filmi ayıran şey ise budur eğer siz derdinizi ve düşüncenizi maksimum 20 dakikada iyi açıklayabiliyorsanız bu bir başarıdır, başaramıyorsanız başarısızlık da değildir. Bu yüzden her zaman Kısa filmlere, Kısa filmcelere ayrı bir saygım vardır.

Günümüzde bağımsız sinemacılar kısa filmlerine izleyici bulamama gibi sıkıntılarla beraber, bu sorunlara çözüm bulmak için bir çok atılım düzenlemişler, Kısa Film Festivalleri düzenlenmiş, Özel kısa film gösterimleri yapılmış, kısa film günleri yapılmış, Kısa film sinemaları bile kurulmuş ancak gelin görün ki Uluslar arası film veritabanı ( Imdb ) de bile kendisine bir kategori edinemeyen sinema'nın öksüz çocuğudur kısa film.

Kısa film hakkında dert ve tasalarımı sizlere açıkladıktan sonra şu an post prodüksiyon aşamasında olan son kısa filmim daha doğrusu kısa film olmaya çalışan projem hakkında bilgi vermek istedim sizlere, şu ana kadar 4 kısa film çekme atılımında bulunan ben, bu işin en temel eğitiminin sürekli çekmekte olduğunu düşündüğüm için ölene kadar da kısa film çekmeye devam edeceğimi düşünüyorum. Şu ana kadar çektiğim kısa filmler ( yada olmayabilir)
belki az duyuldu hiç duyulmadı ama biliyorum ki iyi veya kötü şartlar el verdiğince dertlerimizi anlatmaya çalıştık bir kaçını yayınladım bir kaçının ise gereksiz olduğunu düşündüğüm için yayınlamadım bile. Her kısa filmcinin çektiğin sıkıntı gibi geniş kapsamda izleyiciye ulaşamamak benimde canımı sıkıyor ama bu çektiğiniz filmin iyi veya kötü olmasından ötürü değil de baştada dediğimiz gibi Kısa filmin öksüz olmasından kaynaklı. ( Kısa film piç muamelesi görüyor ne yazık ki )

Herneyse daha önce çektiğim 2 kısa filmi izlemek isterseniz yukardaki Short Films kısmından ulaşabilirsiniz filmlere. Peki bu son projeyi neden çektim, sebep neydi, anlatılanlar ne , amaç ne ?

Film " Yalnızlık yaşamda bir andır hep yeniden başlayan, yalnızlık paylaşılmaz...paylaşılsa yalnızlık olmaz " cümlesi ile başlıyor. Evet herkes mutlaka yaşamında belki şu an belki ömür boyu belkide geçmişte yalnızlık hissine kapılmıştır. Kapılmayanda kapılacaktır elbet.
Aslında filmin ele aldığı konuyla izleyicininde uyuşmazlığı olabilir o yüzden konuya girelim ;




Şehir mi yalnız Ben mi yalnızım acaba ???


Evet yatağınızdan kalkmak istemiyorsunuz, biliyorsunuz ki kimsecikler yok, denizin sesi, kuşlar, şehrin o alışagelmiş kronik sesleri ancak insan yok. Tepkiniz ne olurdu ?? Kafayı yediğinizi mi düşünürdünüz ciddi bir şekilde yoksa ya ulen yine saçma sapan rüya görüyorum diye uyanmayamı çalışırdınız.
Filmimizin baş karakteri böyle bir genç çocuk, yalnızlıktan şikayetçi, biliyor ki olanlar gerçek rüya değil, her gün kalkıp çikolatısını yiyip, dışarda tur atıyor, belki bir insan görebilirim ümidi ile. Şimdi diyosunuz ki hadi uzatma bu kısa film olacak ne açıklamaya çalıştığını bile anlayamadık.
Sadete gelelim o zaman ; Yalan söylemek belki sizi bir çok kez kurtarmıştır. Birilerini yalan söyleyerek atlatabilir, bir çok meseleden kolay bir şekilde sıyrılabilirsiniz. Ancak kendinize yalan söyleyebilirmisiniz. Bilmemezlikten geldiğiniz bir şeyi daha ne kadar bilmemezlikten gelebilirsiniz. Aynı yalanlarla kendinizi ne kadar kandırabilirsiniz.
Sonucunda Yanlız Şehir yoktur der genç " Şehir yalnız değil ben yalnızım ve kendimi aldatmak için Şehrinde yalnız olduğunu düşünüyorum." Ancak ne kadar kaçabilirsiniz ki. Psikolojik gerilimimiz başlar ; Bir çok ilişki, bir çok sebepten dolayı bitebilir, bu dünyada alışageldik kız erkek ilişkisinin değişmez gerçeğidir. Erkek bir kadını sevmediği sürece onunla mutlu olabilir. Ancak sevdiyse işler o zaman onun için daha çok acımasız olacaktır. Genç yalnızlığını sorgularken sevgilisinden neden ayrıldığını hatırlamaya çalışır. Mutsuzdur geçmişinde yaptığı bazı şeylerden Ruh'u oldukça rahatsızdır. Ne yapmıştır peki ? Tek bildiği onu çok sevdiğidir ! Eğer sevmek suçsa o zaman yalnızlığını ona bağlayabilir mi ?? Tüm bu çıkmazların içinde Genç düşünür ; Yalnızlar şehri, herkes oraya bir kez uğrar kimisi oraya yerleşir, kimisi geri dönmek için çaba harcar. O ne yapmalıdır ?



Yalnız şehirden kalkan bir gemi varmıdır ki ??



Mart ayından sonra internette'de izleyebilirsiniz. Filmin fragmanını yukarıdaki oynatıcıdan izleyebilirsiniz. Nice kısa filmlerle geri dönmek üzre.

Özel notlar ( Trivias ) :

.
* Kamera sarsıntısı kasten yapıldı.

* Film PIRANHA ACTIVEHD Z TYPE ile çekildi.

* Çekimler için özel çalışılmadı.

.
Son Başvuru Tarihi : 10 Mart 2011
İnternet sayfası için tıkla

KafePi Group tarafından bu yıl 2.si düzenlenecek Öğrenci İşi Kısacık Film Festivali 28–29–30 Mart 2011 tarihlerinde; İstanbul Bilgi, Galatasaray, Yıldız Teknik, Marmara, Bahçeşehir, Koç, Ege Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi sinema kulüpleri veya öğrencilerinin katkılarıyla gerçekleşecektir. Festivale katılacak filmler için zorunlu bir tema bulunmamaktadır.
  • Türkiye’de kısa filmin önemini pekiştirmek,
  • Sinemasever gençleri bu alana teşvik etmek,
  • Kısa filme ilgi duyan çeşitli üniversitelerden öğrenciler için ortak bir buluşma noktası yaratmak,
  • Kendilerini kısa filmle ifade eden ve bu alanda kendini geliştirmek isteyenlere geniş bir platform sunarak festival sonunda verilecek ödüllerle onları desteklemektir.
‘Hayatın ve Sinemanın İçindeki Klişeler’ festivalin etkinlikler teması olarak belirlenmiştir. Klişe kötü müdür değil midir? Tartışmasından ziyade ‘Bildiğinizden Şaşın!’ çağrısında bulunarak alternatif ve var olanın dışına çıkmayı tüm festival katılımcılarına öneriyor. Festival temasına ilişkin çeşitli renkli etkinlikler ve söyleşiler yaparak festival katılımcılarının beğenisine sunulması planlanıyor. Tüm gösterimlerin ücretsiz olduğu festivalde program ve gösterim yerleri daha sonra duyurulacaktır.

Festivalde yarışan filmlere 1.2.3’lük ödülleri verilecektir. Ayrıca izleyici oylarıyla kazanan filme bu yıl yine ‘İzleyici Ödülü’ verilecektir.

Festivalin kesinleşen jüri üyeleri;
Cem Başeskioğlu ( Senarist, yönetmen)
Tan Tolga Demirci( Yönetmen)
Banu Bozdemir ( siyad üyesi sinema eleştirmeni)
Saygın Soysal (Oyuncu)
Şenay Aydemir ( Radikal gazetesi sinema yazarı)
Bülent Doruker ( Digital film academy direktörü)

Dereceye giren filmler Bronx Pi Sahne’de gerçekleştirilecek olan kapanış ve ödül töreninde ödülleri verilerek duyurulacaktır.

Hüseyin Ağa Mah. Büyük Bayram Sk.
No:12 Beyoğlu/İSTANBUL

İnsan Zihninin Gücü – Donarak Ölen Denizci


1950′li yıllarda bir İngiliz şilebi Portekiz’den aldığı Madura şaraplarını İskoçya’ya götürür. Demir attığı limanda yükünü boşalttıktan sonra, şilepte çalışan denizcilerden biri unutulan şarap kolisi kaldı mı diye denetlemek üzere soğuk hava deposuna girer. Onun içerde olduğunu fark etmeyen başka bir denizci ise, kapıyı dışardan kapatır. Soğuk hava deposunda mahsur kalan denizci, var gücüyle bağırır, çelik duvarları yumruklar, ama kimseye duyuramaz sesini. Çakısıyla içerden açmaya çalışır kapıyı, mümkün değildir. Boş şilep, yeni yükünü almak üzere Portekiz’e doğru yola çıkar.

Mahsur denizci, depoda açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek bulur. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının bilincindedir. Kapıyı açamayan çakısıyla, çelik duvarlara kendisini bekleyen ölüm sürecini yazmaya, daha doğrusu kazımaya başlar. Günbegün, adeta bilimsel bir titizlikle soğuğun vücuduna önce uyuşturucu sonra yavaş yavaş öldürücü etkilerini, el ve ayaklarının nasıl duyarsızlaştığını, donan burnunu ve buz gibi havanın dayanılmaz yakıcılığını anlatır.

Şilep Lizbon’a demir attığında, soğuk hava deposunun kapısını açan kaptan, zavallı denizcinin cesediyle karşılaşır. Duvarlara kazıdığı acılı sonunu okur ve.. kendisi de hayretten dona kalır.

Çünkü soğuk hava deposunun derecesi 19′dur. İskoçya’ya götürdükleri Madura şarapları 18 derecede taşınmayı gerektirmiş, şilep yükünü boşalttıktan sonra soğutma sistemi zaten kapatılmış olup, kendi haline bırakılan deponun sıcaklığı bir derece de yükselmiştir.

Yani biçare denizci donarak ölmemiş, donduğunu sandığı (ya da donacağına inandığı) için ölmüştür.
(Kaynak: Bernard Werber, ‘İzafi ve Mutlak Bilgi Ansiklopedisi’)

Yukarıdaki hikayeyi mutlaka bir yerlerde değişik şekillerde okumuşsunuzdur, özellikle paylaşmak istedim çünkü hikayenin doğru ve aslını kaynağı ile görmenizi istedim.

Bir insan donacağına bütünüyle inandığı için asla donulmayacak hatta üşünmeyecek bir yerde donarak ölmüştür. Bu üzüntülü bir hikaye olmakla birlikte bir yandan da insan zihninin daha çok bilinçaltının neler yapabileceğini bize göstermiştir.

“İnsanların zihninden yeryüzünden kazanılandan daha fazla değerli taş ve altın çıkarılması mümkündür.”
Thomas Edison




Senden ne zaman vazgeçtim?

Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.

Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.

Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.

Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.

Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim.

Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden "sen" olduğun için vazgeçtim.

Bencil olduğun için vazgeçtim.

Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi.

Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.

Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.

Frida Kahlo
top