Unthinkable : Bizler insanız bunu yapamayız.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgurSKpkE6rCs4ikfG6gWZrwNQGj60zLwx40ip-2BGRviEaBMXfeAquZUuq2DOzfvol_d2GaCnEk98gIwIQtK31zU9i0XmydfKrtAKpngK2eBo38zFgs0fGjMTl7S8ssb-HFA3c8ZNkSIc/s1600/UNTHINKABLE.jpg



-Çocukları öldüremezsin. Sen ne biçim bir yaratıksın

(Aynı kişi)

-Çocukları getirin. Ne gerekiyorsa yapın

*Bunu yapamayız. Bizler insanız. Bırakın patlasın bomba

Filmi izlemeye başladığımda önyargılarım olmadı değil, ha bu Amerikalılar kendilerini Irak'ta yaptıklarınla yine mi haklı çıkarmaya çalışıyorlar. Biliyorsunuz 11 Eylül'den sonra biz buna mecburduk tarzında filmler az da değil hani ama düşündüğüm yolda ilerleyen bir yapım olmadı. Bir teröristen bombaları nereye sakladığına dair bilgi almak için işkence tipi sorgulama yöntemleri kabul edilebilir mi? Milyonların hayatı söz konusu olduğunda insanlık dışı yöntemlere başvurmak ne kadar doğru? Savaşta ne kadar ileri gidilebilinir? Kimler suçlu? Bunun cevabını kadın ajan Brody filmin sonunda vermekte. Aslında Amerikan propagandasından ziyade film perde arkasındaki olaylara bakarak eleştirel bir bakış açısı sunmakta. Film bizlere en basitinden Amerikan üst kademelerinin 2003'ten bu yana süregelen Terrörizm olaylarıyla mücadele ederken ayrıca kendi aralarındada düşünce farklılıklarından dolayı zıtlaşmaları görebiliyoruz. Amerikan vatandaşı ama bir Müslüman 3 Amerikan şehrine 3 nükler bomba yerleştiriyor bombanın patlması durumunda beklenen ölü bilançosu 10 milyon insan. Bombaları yerleştiren Yusufun ise 2 şartı var 2 şartda Amerikan güçlerinin Müslüman ülkelerini rahat bırakması, evet 10 milyon kişinin canı tehlikede, yapılabilecekler belli, adamın istekleri belli ama bazısı o durumda iken bile Barbarlık kelimesinden uzak durmak için 1o milyon kişiye iki çocuğu tercih edebilirken bazısı ise bir Terröristin tehditi yüzünden asırların planı olan Ortadoğru projesinden vazgeçemeyiz düşüncesi.Filmin sonunda bu bakış açısı yeterli mi diye kendinize sorabilirsiniz. Bence değil. Bu kadarını söyleyeyim; işkenceye sıfır tolerans çok yanlış bir felsefe. Oyunculuklara gelirsek Samuel L. Jackson kendisini yine aşmış, Carrie-Anne Moss'ta sade ama ikna edici bir performans sergilemiş. Gerilim açısından sağlam bir yapım olmuş.

http://thefilmstage.com/wp-content/uploads/2010/06/Unthinkable-590x302.jpg

- Bana barbar diyorsunuz.Peki siz nesiniz? 50sivil öldürdüm diyemi gözyaşı dökeyim. Siz hergün okadar kişi öldürüyorsunuz.
Sundance Film Festival Image via Wikipedia




Sundance Institute have announced that 12 short films from the Sundance film festival 2011 will be available on YouTube screening room for public viewing.Along with that 8 classic short films from the institute alumni and earlier festivals will also be screened.Screening started January 6, 2011 and will continue to screen through February 3, 2011.Each YouTube Screening Room series is scheduled to run for a span of six weeks.


Sundance film festival director of programing Trevor Groth said "We are thrilled to be able to share a selection of short films free online on the YouTube screening room with the broader public."

The YouTube Screening room {screeningroom} is a curated wing of YouTube

Black Swan

- ne yaptın sen?
-hissettim.
-ne?
-kusursuz hissettim.ç kusursuzdum...


Darren Aronofsky'nin yönettiği son psikolojik gerilim " Black Swan" filmi bu sözlerle bitmişti.

http://www.gorkemozdogan.com/image.axd?picture=2011%2F2%2Fblack-swan_poster-535x792.jpgAmerikan sinemasında psikolojiyi iyi irdeleyen yapımlarıyla tanınan Aronofsky Altın Kürede en iyi kadın oyuncu ödülünü Natalia Portman'a kazandıran filmiyle genç bir dansçının Siyah kuğu olmak için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Nitekim aslında film bir çok fikre gebe bırakıyor, öyle bir mücadele ki Bir şeyi çok isteyip ona ulaşmak için farklı kişiliklere bürünmek,kendi içinde bir düşmanla savaşmak,kendi kendinin düşmanı olmak ve kendi sonunu yaratmak...sıkışmış kırılganlığından ve tırnaklarıyla kazıdığı kabuğunun altından çıkardığı kanatları ile kurtularak mümkemmele ulaşmaya çalışan bir "kuğu"nun hikayesi. ve mükemmele giden yol (ya da cennete mi demeli somut olayda ışıklar içinde bittiğine göre) insanın hırsıyla, bedeniyle, aklıyla adanması, tüm benliğiyle kendisini saran kuşatan herşeyle ve nihayetinde kendiyle kavgasından mı geçer?
Aslında filmi bayan izleyecilerin daha çok etkisi altında bıraktığını düşünüyorum bir erkek olarak filmi izledikten sonra direk bir bayan eleştirmenin yazısını okudum Ece Temelkuran'ın Haber Türk'te film için yaptığı yorum dikkatimi çekti paylaşmak istedim.

http://www.haberturk.com/yazarlar/594449-kugunun-savasi

The Last 3 Minutes


Po King-Chan once directed a beautiful short movie called “The Last 3 Minutes” based on the phenomenon that your entire life flashes through your mind right before you die.



Kısa film öyle bir şeydir ki her kesime hitap etmez, öyle bir şeydir ki aslında bir bakıma uzun metraj film çekmek için harcanan zamanların boşuna gittiğini gösterebilir öyle bir şeydir ki Beş dakikada hayata bakışınızı değiştirebilir. Öyle bir şeydir ki onunla birlikte kısa bir tura çıkarsınız. Ancak başta dediğim gibi bunları herkes yapamaz, Eğer az önce saydıklarımın bir kaçı bile, kısa film diye izlediğiniz şeylerde başınıza gelmişse işte o zaman o gerçekten kısa film olabilmiştir.

Bu yazıyı yazma sebebim sizin nezninizde hem son projem "Yanlız Şehir" hakkında bilgi vermek tanıtmak hemde Ülkemizdeki Kısa film olayına değinmek.

Kısa film, sinema ile fazla alakası olmayan ama yinede ilgilenen bir insan için hiçbirşey olmayabilir, çünkü gerçekten kısa film sadece Türkiye'de değil dünyada önemini çoktan kaybetmiş yok olmaya kadar gitmektedir. Günümüzde filmlerini izlediğiniz popüler yönetmenlerin ( Chris Nolan, Robert Rodriguez, Q.Tarantino, Woody Allen ) Sinematografi'sine baktığınızda mutlaka sinemaya ilk adımları kısa filmlerle olmuştur. Kısa film izlemeye meraklı bir insan sevdiği yönetmenlerin kısa filmlerini izlemeye kalksa bulamaz. Emin olun ki çok araştırdım ama sadece Festivaller'de birazcık popüler olan kısa filmleri izleme şansımız var neredeyse. Kısa film izlenemediği gibi artık Yönetmenlerin antreman uygulaması gibi birşey olmuştur. Aslında öyle değildir, kısa film, sinemanın iskeletidir.


Sanat, duygu ve düşüncelerin şekle dönüşümüdür. İnsan duygularını bir çok şey aracılığı ile ifade edebilir bunlardan biri de Sinema'dır. Buradan yola çıkarak sizlere Kısa Filmcilere, Kısa filme gönül veren insanlara haksızlık yapılabildiğini söyleyeceğim. Eğer anlatacak bir derdiniz varsa, bir düşüncenizi aktarmak istiyorsanız minimum 80 dakikalık bir süreçte bunu anlatamamışsanız bu bir başarısızlıktır. Ancak başardıysanız bu bir başarı değildir çünkü herkes o süreçte bir şekilde derdini ve düşüncesini açıklayabilir, Kısa filmi ayıran şey ise budur eğer siz derdinizi ve düşüncenizi maksimum 20 dakikada iyi açıklayabiliyorsanız bu bir başarıdır, başaramıyorsanız başarısızlık da değildir. Bu yüzden her zaman Kısa filmlere, Kısa filmcelere ayrı bir saygım vardır.

Günümüzde bağımsız sinemacılar kısa filmlerine izleyici bulamama gibi sıkıntılarla beraber, bu sorunlara çözüm bulmak için bir çok atılım düzenlemişler, Kısa Film Festivalleri düzenlenmiş, Özel kısa film gösterimleri yapılmış, kısa film günleri yapılmış, Kısa film sinemaları bile kurulmuş ancak gelin görün ki Uluslar arası film veritabanı ( Imdb ) de bile kendisine bir kategori edinemeyen sinema'nın öksüz çocuğudur kısa film.

Kısa film hakkında dert ve tasalarımı sizlere açıkladıktan sonra şu an post prodüksiyon aşamasında olan son kısa filmim daha doğrusu kısa film olmaya çalışan projem hakkında bilgi vermek istedim sizlere, şu ana kadar 4 kısa film çekme atılımında bulunan ben, bu işin en temel eğitiminin sürekli çekmekte olduğunu düşündüğüm için ölene kadar da kısa film çekmeye devam edeceğimi düşünüyorum. Şu ana kadar çektiğim kısa filmler ( yada olmayabilir)
belki az duyuldu hiç duyulmadı ama biliyorum ki iyi veya kötü şartlar el verdiğince dertlerimizi anlatmaya çalıştık bir kaçını yayınladım bir kaçının ise gereksiz olduğunu düşündüğüm için yayınlamadım bile. Her kısa filmcinin çektiğin sıkıntı gibi geniş kapsamda izleyiciye ulaşamamak benimde canımı sıkıyor ama bu çektiğiniz filmin iyi veya kötü olmasından ötürü değil de baştada dediğimiz gibi Kısa filmin öksüz olmasından kaynaklı. ( Kısa film piç muamelesi görüyor ne yazık ki )

Herneyse daha önce çektiğim 2 kısa filmi izlemek isterseniz yukardaki Short Films kısmından ulaşabilirsiniz filmlere. Peki bu son projeyi neden çektim, sebep neydi, anlatılanlar ne , amaç ne ?

Film " Yalnızlık yaşamda bir andır hep yeniden başlayan, yalnızlık paylaşılmaz...paylaşılsa yalnızlık olmaz " cümlesi ile başlıyor. Evet herkes mutlaka yaşamında belki şu an belki ömür boyu belkide geçmişte yalnızlık hissine kapılmıştır. Kapılmayanda kapılacaktır elbet.
Aslında filmin ele aldığı konuyla izleyicininde uyuşmazlığı olabilir o yüzden konuya girelim ;




Şehir mi yalnız Ben mi yalnızım acaba ???


Evet yatağınızdan kalkmak istemiyorsunuz, biliyorsunuz ki kimsecikler yok, denizin sesi, kuşlar, şehrin o alışagelmiş kronik sesleri ancak insan yok. Tepkiniz ne olurdu ?? Kafayı yediğinizi mi düşünürdünüz ciddi bir şekilde yoksa ya ulen yine saçma sapan rüya görüyorum diye uyanmayamı çalışırdınız.
Filmimizin baş karakteri böyle bir genç çocuk, yalnızlıktan şikayetçi, biliyor ki olanlar gerçek rüya değil, her gün kalkıp çikolatısını yiyip, dışarda tur atıyor, belki bir insan görebilirim ümidi ile. Şimdi diyosunuz ki hadi uzatma bu kısa film olacak ne açıklamaya çalıştığını bile anlayamadık.
Sadete gelelim o zaman ; Yalan söylemek belki sizi bir çok kez kurtarmıştır. Birilerini yalan söyleyerek atlatabilir, bir çok meseleden kolay bir şekilde sıyrılabilirsiniz. Ancak kendinize yalan söyleyebilirmisiniz. Bilmemezlikten geldiğiniz bir şeyi daha ne kadar bilmemezlikten gelebilirsiniz. Aynı yalanlarla kendinizi ne kadar kandırabilirsiniz.
Sonucunda Yanlız Şehir yoktur der genç " Şehir yalnız değil ben yalnızım ve kendimi aldatmak için Şehrinde yalnız olduğunu düşünüyorum." Ancak ne kadar kaçabilirsiniz ki. Psikolojik gerilimimiz başlar ; Bir çok ilişki, bir çok sebepten dolayı bitebilir, bu dünyada alışageldik kız erkek ilişkisinin değişmez gerçeğidir. Erkek bir kadını sevmediği sürece onunla mutlu olabilir. Ancak sevdiyse işler o zaman onun için daha çok acımasız olacaktır. Genç yalnızlığını sorgularken sevgilisinden neden ayrıldığını hatırlamaya çalışır. Mutsuzdur geçmişinde yaptığı bazı şeylerden Ruh'u oldukça rahatsızdır. Ne yapmıştır peki ? Tek bildiği onu çok sevdiğidir ! Eğer sevmek suçsa o zaman yalnızlığını ona bağlayabilir mi ?? Tüm bu çıkmazların içinde Genç düşünür ; Yalnızlar şehri, herkes oraya bir kez uğrar kimisi oraya yerleşir, kimisi geri dönmek için çaba harcar. O ne yapmalıdır ?



Yalnız şehirden kalkan bir gemi varmıdır ki ??



Mart ayından sonra internette'de izleyebilirsiniz. Filmin fragmanını yukarıdaki oynatıcıdan izleyebilirsiniz. Nice kısa filmlerle geri dönmek üzre.

Özel notlar ( Trivias ) :

.
* Kamera sarsıntısı kasten yapıldı.

* Film PIRANHA ACTIVEHD Z TYPE ile çekildi.

* Çekimler için özel çalışılmadı.

.
Son Başvuru Tarihi : 10 Mart 2011
İnternet sayfası için tıkla

KafePi Group tarafından bu yıl 2.si düzenlenecek Öğrenci İşi Kısacık Film Festivali 28–29–30 Mart 2011 tarihlerinde; İstanbul Bilgi, Galatasaray, Yıldız Teknik, Marmara, Bahçeşehir, Koç, Ege Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi sinema kulüpleri veya öğrencilerinin katkılarıyla gerçekleşecektir. Festivale katılacak filmler için zorunlu bir tema bulunmamaktadır.
  • Türkiye’de kısa filmin önemini pekiştirmek,
  • Sinemasever gençleri bu alana teşvik etmek,
  • Kısa filme ilgi duyan çeşitli üniversitelerden öğrenciler için ortak bir buluşma noktası yaratmak,
  • Kendilerini kısa filmle ifade eden ve bu alanda kendini geliştirmek isteyenlere geniş bir platform sunarak festival sonunda verilecek ödüllerle onları desteklemektir.
‘Hayatın ve Sinemanın İçindeki Klişeler’ festivalin etkinlikler teması olarak belirlenmiştir. Klişe kötü müdür değil midir? Tartışmasından ziyade ‘Bildiğinizden Şaşın!’ çağrısında bulunarak alternatif ve var olanın dışına çıkmayı tüm festival katılımcılarına öneriyor. Festival temasına ilişkin çeşitli renkli etkinlikler ve söyleşiler yaparak festival katılımcılarının beğenisine sunulması planlanıyor. Tüm gösterimlerin ücretsiz olduğu festivalde program ve gösterim yerleri daha sonra duyurulacaktır.

Festivalde yarışan filmlere 1.2.3’lük ödülleri verilecektir. Ayrıca izleyici oylarıyla kazanan filme bu yıl yine ‘İzleyici Ödülü’ verilecektir.

Festivalin kesinleşen jüri üyeleri;
Cem Başeskioğlu ( Senarist, yönetmen)
Tan Tolga Demirci( Yönetmen)
Banu Bozdemir ( siyad üyesi sinema eleştirmeni)
Saygın Soysal (Oyuncu)
Şenay Aydemir ( Radikal gazetesi sinema yazarı)
Bülent Doruker ( Digital film academy direktörü)

Dereceye giren filmler Bronx Pi Sahne’de gerçekleştirilecek olan kapanış ve ödül töreninde ödülleri verilerek duyurulacaktır.

Hüseyin Ağa Mah. Büyük Bayram Sk.
No:12 Beyoğlu/İSTANBUL

İnsan Zihninin Gücü – Donarak Ölen Denizci


1950′li yıllarda bir İngiliz şilebi Portekiz’den aldığı Madura şaraplarını İskoçya’ya götürür. Demir attığı limanda yükünü boşalttıktan sonra, şilepte çalışan denizcilerden biri unutulan şarap kolisi kaldı mı diye denetlemek üzere soğuk hava deposuna girer. Onun içerde olduğunu fark etmeyen başka bir denizci ise, kapıyı dışardan kapatır. Soğuk hava deposunda mahsur kalan denizci, var gücüyle bağırır, çelik duvarları yumruklar, ama kimseye duyuramaz sesini. Çakısıyla içerden açmaya çalışır kapıyı, mümkün değildir. Boş şilep, yeni yükünü almak üzere Portekiz’e doğru yola çıkar.

Mahsur denizci, depoda açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek bulur. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının bilincindedir. Kapıyı açamayan çakısıyla, çelik duvarlara kendisini bekleyen ölüm sürecini yazmaya, daha doğrusu kazımaya başlar. Günbegün, adeta bilimsel bir titizlikle soğuğun vücuduna önce uyuşturucu sonra yavaş yavaş öldürücü etkilerini, el ve ayaklarının nasıl duyarsızlaştığını, donan burnunu ve buz gibi havanın dayanılmaz yakıcılığını anlatır.

Şilep Lizbon’a demir attığında, soğuk hava deposunun kapısını açan kaptan, zavallı denizcinin cesediyle karşılaşır. Duvarlara kazıdığı acılı sonunu okur ve.. kendisi de hayretten dona kalır.

Çünkü soğuk hava deposunun derecesi 19′dur. İskoçya’ya götürdükleri Madura şarapları 18 derecede taşınmayı gerektirmiş, şilep yükünü boşalttıktan sonra soğutma sistemi zaten kapatılmış olup, kendi haline bırakılan deponun sıcaklığı bir derece de yükselmiştir.

Yani biçare denizci donarak ölmemiş, donduğunu sandığı (ya da donacağına inandığı) için ölmüştür.
(Kaynak: Bernard Werber, ‘İzafi ve Mutlak Bilgi Ansiklopedisi’)

Yukarıdaki hikayeyi mutlaka bir yerlerde değişik şekillerde okumuşsunuzdur, özellikle paylaşmak istedim çünkü hikayenin doğru ve aslını kaynağı ile görmenizi istedim.

Bir insan donacağına bütünüyle inandığı için asla donulmayacak hatta üşünmeyecek bir yerde donarak ölmüştür. Bu üzüntülü bir hikaye olmakla birlikte bir yandan da insan zihninin daha çok bilinçaltının neler yapabileceğini bize göstermiştir.

“İnsanların zihninden yeryüzünden kazanılandan daha fazla değerli taş ve altın çıkarılması mümkündür.”
Thomas Edison




Senden ne zaman vazgeçtim?

Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.

Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.

Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.

Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.

Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim.

Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden "sen" olduğun için vazgeçtim.

Bencil olduğun için vazgeçtim.

Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi.

Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.

Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.

Frida Kahlo


"Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!"
Friedrich Nietzsche


Dancer in the Dark (2000), Dogville (2003) gibi yaratıcı filmlerden tanıdığımız Danimarkalı yönetmen Lars Von TRIER'in, sinema dünyasına bırakıp kaçtığı son bomba Antichrist/Deccal (2009). Filmin usta Rus "sinemacı" Andrei Tarkovski'ye ithaf edilmiş olması; zannedersem filmin karmaşık olduğunu, bir mesaj taşıdığını ve hiç de boş bir film olmadığını anlamak için yeterli bir sebep olsa gerek. Avatar'ların, Twilight'ların deliler gibi takip edildiği ve bu sayede de "net gişe başarısı" getirdiği göz önüne alınırsa; fikirsiz yavşak yönetmenlerce ardarda bu tarz filmlerin kopyalanıyor oluşuna pek ses edemeyiz. Herkesin bir amacı vardır ve sinemayı cep doldurma sanatı olarak kullanmak da, bu amaçlar silsilesinin bir rafı olabilir. Ama bu bahsettiğim sessizlik; sistemin dışına çıkmış, yaptığı işten ticari gelir beklemeyen ve söyleyecek sözü olan yönetmenleri baş tacı yapıp, onları Dostoyevski, Oğuz Atay... gibi anmayacak oluşumuzu beraberinde getirmez. Piyasa yönetmenlerine ses etmiyor olabiliriz, ama bırakın da onları Tarkovski gibi yönetmenlerle aynı kefeye koymayalım. Koyuyorsak da sinema konuşmayalım...




Tüm bu söylediklerim, elbette Tarkovski içindi. Lars Von Trier belki kariyerinin başında değil ama henüz ölmedi de... Bu; daha yapılmamış filmleri var demek. Belki bundan otuz yıl sonra, eğer kendisi en son filmini yapıp göğsünü gere gere beyaz perdeye aktarırsa, o zaman tüm filmografisini tarar, daha net konuşuruz kendisine dair.

Peki neden tüm bunlardan bahsediyorum? Filmin son sahnesinde "Andrei Tarkovski'ye adanmıştır" yazdığı için mi? Evet, belki bu yüzden. Daha doğrusu; bu sebeplerden yalnızca biri. Giriş cümlesi eğer imkan varsa, varsın Tarkovski'yle ilgili olsun. O ayrı! Ama asıl sebep, Antichrist filmini, iyi anlayabilmek için, artalan bilgi edinmek gerekiyor. Yani filmi yapan sinemacının hayatına şöyle bir bakış atarsak, sanırım filmi daha iyi anlayabiliriz. Aklımızda tuttuğumuz filme dair sonuçlar, yönetmenin hayatıyla farklı anlamlar kazanıyor gibi... En azından bana öyle oldu.

Evvela filmi bir hatırlayalım:

Filmin ilk sahnesi Friedrich Handel'in 'Lascia ch'io pianga'adlı müziğiyle başlıyor. Bir kadın ve bir erkek, apartman dairelerinin bir odasında -önce banyoda, sonra odalarında- seks yapıyorlar. Sahne yavaşlatılmış çekimde, siyah-beyaz gösteriliyor. Muhtemelen bu sahneyi çekerken, bilinçli olarak oyuncular da yavaş oynamışlar. Bunu seks yaparlarken düşürdükleri objelerin düşüş hızlarından anlayabiliriz -sadece bir görüş, belki de çok ileri bir teknikle ayarlanmış olabilir...-

Her neyse adam ve kadın seks yaparlarken, evin diğer odalarından birinde o sırada uyumakta olan bebek ayaklanır, yatağından kalkar -yatağın etrafı demir parmaklıklarla çevrilidir, nasıl olur da o demir parmaklıkları hiç zorluk çekmeden açıverir(?)- ve odalarında sevişen kadın-erkeğin yanına gider. Kadın-erkek son derece şehvetli bir biçimde sevişirlerken, bebek yalnızca onlara soluk bir biçimde bakar ve ardından o sırada açık olan bir pencereden, elindeki ayıcığıyla birlikte kendisini aşağıya atar. Pamuk gibi karla dolu zemine bebeğin düşüşüyle, sevişmekte olan kadının orgazmı aynı ana denk gelir.

Neredeyse saniyenin onda biri kadar minik bir görüntüde, bebek "çitinin kapısını" açarken -adam ile kadının odasındaki bebek walkie-talkie'sinin -ya da ne denirse artık ona- alarm verdiğini fakat sevişmekte olan çiftin bunu duymadıklarını görürüz.

İşte bu filmin açılış sahnesi. Ondan sonra film bölümler halinde ilerler. Dört temel bölüm vardır filmde:


-Prologue (ön söz): Bu kısmı bir "bölüm olarak adlandırmak doğru mu bilemiyorum. Bu kısım, yukarıdaki giriş sahnesinin yer aldığı bir "ön söz" niteliğinde.



1-Grief - Yas



2-Pain - Acı (Chaos Reigns - Kaos Hükümdarlığı)





3-Despair - Umutsuzluk (Gynocide - Kadın Düşmanlığı)



4-The Three Beggars - Üç Dilenci



-Epilogue (Son söz)




Bölümler halinde inceleme:

Filmin bir çok yerinde, mesela: kadının ayaklarının toprağa değdiği anda yanması veya kadının sürekli adamla cinsel ilişki kurmak istemesi veya veya... kadının adamla birlikte olduğu anda bebeğini kaybetmesi... gibi bölümler; çok net bir biçimde dünyaya ilk gelen erkeği -Adem- ve ilk gelen kadını -Havva- düşündürüyor. Üç ana dinde de varolan inanışa göre: Tanrı insanoğlunu evvela cennette yaratır: Adem, fakat sonra yanına bir de dişi gönderir: Havva. Bir elleri yağda, öteki elleri baldayken... yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındayken Tanrı'nın kendilerinden tek ricalarını unutuverirler: "ne yapın yapın, bu ağacın elmasına dokunmayın!" (ya da kimilerine göre kadın, adama bilerek unutturur. Kadın kötüdür)

Kadın adama elmayı ikram eder, adam elmayı yer, büyü bozulur ve Tanrı onları cezalandırmak için dünyayı yaratır, adam ve kadını yeryüzüne yollar. Bu elma hikayesi aslında hepimizin bildiği gibi, cinsel temasın metaforik bir anlatım şeklidir.

İşte filmde de gördüğümüz yukarıda bahsettiğim sahneler, dünyanın varoluş inanışıyla böyle bağdaşır. Filmde de, tıpkı inanışta olduğu gibi: cinsel ilişkide doyum anı, beraberinde bebeğin yitirilmesiyle anlatılır. Bu bir cezadır. Tıpkı cennetten defedilmiş ilk adam ve kadının cezalandırılışı gibi.

Aynı şekilde kadının toprağa her basışında ayağının yanması meselesi de, yeni yaratılmış dünyanın sıcak yüzünde dolaşan ilk kadını hatırlatır bize. Tıpkı inanışa göre elmayı ilk adama zorla yedirten ilk kadının, filmde sık sık adamla cinsel ilişkiye girmek isteyen bir kadınla anlatılışı gibi...

Dediğim gibi bunlar sadece, heyecan kaçırmamak için onlarcasından eleyip verdiğim bir kaç örnek... Eğer filme bu bakış açısıyla bakacak olursanız, bir sürü uyuşan nokta belirleyebilirsiniz...

1-Grief - Yas

Bebeğin ölümünden sonra adamın tek üzüldüğü sahnenin ilk sahne olduğunu ve ardından film boyunca bir kez olsun ağlamadığını, bırakın ağlamayı üzüntü ibaresi göstermediğini görüyoruz. İşte tam bu noktada belirtmem gerekir ki, filmi izleyen çoğu kişi oyuncuları şöyle tanımlıyor: bir kadın, kocası ve bebek. Fakat söylemeliyim ki, film boyunca, adamın kadının kocası olduğuna dair hiç bir belirti göremedim. Belki de ben atladım, olabilir. Ama sırf bu yüzden ve bir yandan da adamın, bebeğin ölümünden "delicesine" etkilendiğini görmediğimden, adamın kadının kocası olduğunu söyleyemeyeceğim...

Neyse: kadın, bebeğin ölümünden son derece etkilenir ve buna kendisinin sebep olduğunu düşünür. Yanında olan adamsa bir yandan, kadına her açıdan kol kanat gererken, kadını "ben de oradaydım, ben de engel olamadım" diye teselli etmeye çalışır. Tüm bu teselli sahneleri, pek masum algılanmamalıdır. Sahnede yalnızca partnerinin yaralarını iyileştirmeye gayret eden bir adamın masumiyeti yoktur. Yönetmenin film boyu devam eden bu sahnelerle asıl anlatmak istediği: kadının ne kadar aciz bir yaratık olduğu ve erkek olmadan da kendi ayakları üzerinde duramayacağıdır.

Silik bir biçimde psikolog olduğunu öğrendiğimiz adam, gelişen tüm bölümlerde, kadını tıbbın elinden kurtarıp kendisi tedavi etmeye kalkacaktır. Bir psikolog olan adam, kendinden yaşça bir hayli küçük, tezini bir türlü bitirememiş, başarısız kadını adeta kollarına alır ve onun ayakta durmasına çabalar. Adam tüm bu girişimlerinde, rol kayması yaşar ve işinin verdiği ciddiyetle kadına yaklaşır. Adam ciddileştikçe kadın bir o kadar vahşi bir biçimde içindeki bitmek tükenmek bilmez acısını cinselliğe döker. Bu sahnelerle de Von Trier, kadın-erkek arası, duyguların ifade ediliş biçimlerine mercek tutar.

2-Pain - Acı (Chaos Reigns - Kaos Hükümdarlığı)

Birinci bölümün sonunda, kadını tedavi etmeye çalışan adam, kadına en çok neyin kendisini korkuttuğunu sorar ve aldığı cevabın Eden Bahçesi olduğunu öğrenmesi üzerine de, kadını oraya korkularıyla yüzleşmeye götürür.

"Eden Cennet Bahçesi

Peki Eden Bahçesi denilen yer neresidir? Eden Cennet Bahçesi, orta doğuda olduğu tahmin edilen, Hıristiyan inancına göre; Adem ve Havva'nın yaşadığı yer olarak düşünülmektedir. "




Eden Bahçesine gidilene dek, adam bir psikolog olduğundan ve de yaşadığı şehrin içinde sırtını her daim bilgiye dayayabildiğinden rahattır. Fakat ne zaman ki, Eden Bahçesi'ne yani; doğaya gidilir, adam bilgilerinden uzaklaşır ve sanrılarıyla yüz yüze kalır... Bu da ona büyük bir yüreksizlik getirecek, sonunda da bu yüreksizlik kadına karşı gardının düşmesine sebep olacaktır. Kadın, doğayla birlikte dürtülerine kavuşurken, iyileşirken; adam gittikçe zavallılaşacak ve kadına karşı aciz duruma düşecektir.


Adamın bir gece uyurken pencereden dışarıya bilinçsizce uzattığı elinin uyandığında baştan aşağıya sülüklerle dolu olması, kadının bir hayli alışık olduğu her dakika meşe ağaçlarından düşen palamutların adama bir o kadar korku vermesi ve buna bir türlü alışamaması, adamın tek başına yaptığı orman gezilerinde gördüğü ölü doğan bir ceylan, diri diri parçalanan bir kuş... gibi hayvanların tüm gerçeklikleriyle adamın önüne serilmesi; kadının alışmakta güçlük çekmediği ve korkularının merkezi olarak tanımladığı doğanın nasıl da adam için bir cehennem olduğunun en bariz örnekleri.






3-Despair - Umutsuzluk (Gynocide - Kadın Düşmanlığı)




Adamın, doğayı akılla kavrama çabasından ötürü yenilgiye uğraması ve aynı anda kadının, doğaya bakarak kendi doğasını keşfetmesi ve orijinde olduğu şeye yani "kötüye" dönüşmesi pek zaman almaz. Kadın, tıpkı inançta olduğu gibi; şeytanın bir maşası olduğunu algılar ve tüm hareketlerini ona göre şekillendirir.

Tam yönetmen bunu bizlere düşündürtmeye çalışırken, "kadın" rolünü oynayan Charlotte Gainsbourg'un ağzından dökülen şu cümleler çok manidar:

-"Ağlayan kadın, hile yapan kadındır. Bacaklarıyla, kalçasıyla; göğüsleri, dişleri, saçı ve gözleriyle kandırır... Sarıl bana..."


4-The Three Beggars - Üç Dilenci

"‘Deccal’ de (İnanışa göre: Mesih yeniden dünyaya gelmeden evvel dünyaya gelecek olan ve insanları dinden çıkaracağına inanılan varlık)kadın aklın mesafeliliğine tahammül edemeyen, kendini dille ifade etmekte zorlanan, itirazını yalnızca bünyevi tepkilerle dışavurabilen bir varlık olarak temsil edilir. Erkeğiyle görüş ayrılığına düştüğünde geriler, fikirleri sorgulandığında suskunlaşır. Erkeğin ve aklın hükümranlığına yalnızca içgüdüyle, doyurulmaz cinselliğiyle ve cinnetle başkaldırır."



İşte dördüncü bölüm de bu mantıkla sonlanır. Adamın başına gelenleri izlemek için filmi edinmek gerek tabii.

Fragman
video


-Epilogue (Sonsöz)



Kadının, filmin ilk sahnelerinden beridir çektiği sıkıntılardan biri olarak göze çarpan anksiyete bozukluğu, filmin sonunda adama da geçer. Kadın amacına ulaşmıştır. Anksiyete'nin fiziksel etkileri vardır: bulanık görme, ağzın koruması, duyma bozukluğu,titreme, nefes darlığı, nabız yükselmesi, bulantı... gibi belirgin etkilerin sonunda kasından adama geçmesi ne demektir? Acaba en kudretli olarak tarif edilen adamın, kadınsız hiçbir şey yapamayacağını mı anlatır bu sahne? Düşünsenize bir: tüm iyi insanları da, tüm kötü insanları da yaratan kadındır. Erkek ne yaparsa yapsın, kadınsız bir hiçtir aslında. Bilimsel araştırmalara göre; kısa bir süre sonra kadının erkeksiz de üreyebileceği gerçeği ortaya çıkmıştır. Oysa erkek, kadının doğurganlığı olmasa bir hiçtir. Yani erkek, bir nevi kadına bağımlı, muhtaç olarak doğar. Ve eğer kadın, kötülüğün anası olarak biliniyorsa... bu erkeğin kötülüğe muhtaç olduğu anlamına mı gelir?..

İşte tüm bu sorular, filmin en son sahnesinde, doğanın ortasında yapayalnız kalmış çıplak erkeğin üzerine gelen yüzlerce, hatta belki binlerce yüzleri gözükmeyen kadının yürüyüşleri gibi yürür, girerler beynimize.

Güzel film işte budur, aklımızda sorular bırakan ve cevaplarını da bulmamamız için adeta yutan filmler...




Gelelim Yazının En Başında Değindiğimiz Noktaya: Yönetmen-Film İlişkisi:

Peki, her şeyi anladık. Peki bir yönetmen neden böyle bir film yapar. Kendisi her ne kadar Cannes film festivalinden güzel ödüllerle dönse de, bir yandan da bir "anti-ödül"almış. Ve bunun gerekçesi de filmin "Misognizm-Kadın Düşmanlığı" içeren yapısı.

Lars Von Trier, kesinlikle bu görüşü benimsemeyip, "ben filmdeki kadını, adamdan daha iyi anlıyorum" dese de, hayatı böyle söylemiyor gibi...

-Trier'in annesi, 1995 yılında ölüm döşeğindeyken ünlü yönetmene "babası olarak bildiği kişinin aslında biyolojik olarak babası olmadığını söylüyor"... Bunun üzerine Trier babasını arıyor ve bu doksan yaşındaki adamı bulduktan sonra kendisine, oğluyla ancak mahkemede konuşabileceğini söyleyerek, onunla kavga ediyor.

Bu bir evlatta kadın nefreti doğurur mu? Evet, belki de bir film yaptı diye bir adamın üzerine bu kadar gidilmez. Peki, kendisinin hamile karsından, sırf daha genç ve güzel diye bebek bakıcısıyla birlikte olabilmek için ayrıldığını söyleyesek? Yine mi yeterli olmaz!

Ufak bir not, Oyunculuklara ilişkin:

Film boyunca, neredeyse, yalnızca Williem Dafoe ve de Charlotte Gainsbourg'u görüyoruz. Sanırız ki Hollywood'tan başka yerde oyuncu yok... Gainsbourg, Cannes'dan ödülle döndü; Dafoe ise eli boş... Hiç önemli değil. İki Oscar adaylığı bulunan bu aktör, hiç gözden kaçacak cinsten değil.




Kapanış cümlesi Lars Von Trier'in, Cannes Film Festivali'nde neden böyle bir film yaptığı sorusu üzerine verdiği cevapla olsun:

"Özür dilemek zorunda olduğumu düşünmüyorum. Bu çok ilginç olurdu. Ben bir film yaptım ve misafir olan sizlersiniz, ben değil."

Yazı : Sarp Kalfaoglu'na aittir
top