Tanrı'nın Bahçesi ( God's Playground )



    PROLOG


12 Ağustos 2018, Pazar 
 A.B.D Arizona,Phoenix


http://a5.sphotos.ak.fbcdn.net/hphotos-ak-snc6/247845_10150204294337888_665742887_7015852_4223113_n.jpgPazar gününün verdiği rahatlıkla kalktım o rahatsız ve karmaşık yatağımdan, uykuyu yeni açıyordum ki heryerin heryerde olduğu odamın içinde saatin kaç olduğunu öğrenmek için gözlerim saati aramaktaydı, Tanrım ! Bu ne kadar dağınıklık böyle, sanki içeride futbol maçı yapılmış, düne ait tek bir şey bile hatırlamıyorum, yine çok içmiş olmalıyım, saati arayan gözlerim nihayetinde saati buluyor ve akrep 2'nin üstünde yelkovan ise 6'nın. Bu kadar çok uyunurmu ki ama rekorum bu değil, daha çok uyuduğumuda biliyorum ve görüyorum ki söz yine bana geliyor gele gele, tamam o halde kendimi biraz tanıtayım hatırladığım kadarıyla, bende tıpkı herkes gibi bir oyunun parçasıyım adım Armstrong, Armstrong Blier, ismimden yabancı olduğumu sanıyorsunuz ama değilim yıllar önce ülkemden çıktım ve Amerikan vatandaşı olmaya karar verdim bunun için bir çok sebep vardı ülkemi terketmem için bir çok sebep, 29 yaşındayım ve ticaretle uğraşıyorum, aslında sadece ticaret değil bir çok şeyle uğraşıyorum. Tanrım burası çok sıcak olmaya başlıyor, A.B.D'nin Arizona eyaletindeyim, odadaki derece 37 dereceyi gösteriyor, oda öyle dağınık ki klimanın kumandasını bulamıyorum, doğrusunu söylemek gerekirsede arayacak kadar halim de yok. Çok yorgun hissediyorum kendimi, dün kaçta yattığımı hatırlamıyorum ama şu saatte kalkmama rağmen sanki yılların yorgunluğu hala sırtımda. 3 sene önce geldim buraya, o zamanlar müslüman olmamama rağmen müslüman ismine sahip olduğum için buraya gelince bir çok farklı prosedür ve yaptırıma maruz kaldım, A.B.D'ye girişim çok sıkıntılı olmuştu, bilirsiniz klasik eşitlik ve refahlık sağlama bahanesi ve Amerikan propagandası yıllardır sürdü, bir çok müslüman ülkedeki iktidarlar yıkıldı ve o günden bu yanada her müslümana neredeyse terörist gözüyle bakıldığı için, çektiğim bu sıkıntının sebebi ise buydu herneyse bunlar beni ilgilendirmiyor, yataktan sonunda doğruldum nedir bu yorgunluk anlayamıyorum, hava cidden çok sıcak, hemen soğuk bir duşa gireceğim ancak kalktığımda başım döndü, sebebi ise odadaki müthiş dağınıklıktı, yatağın hemen yanında duran masada açık unuttuğum masa lambası ve artık kül tablasından taşmış sigara külleri onun yanında içinde sadece bir tek kalmış bir sigara paketi, ne kadar sevindim anlayamazsınız odanın dağınıklığı umurumda değildi, üstelik leş gibide kokuyordum o da umurumda değildi tek umurumda olan sigara idi. Hemen pakete saldırdım bu halde dışarı çıkıp sigara alacak halim yoktu elbette o yüzden paketteki son sigaraya saldırdım ve hemen elimi çakmak için cebime attım, o da ne ? Çakmak yok cebimde, lanet olsun işte ! Neden çakmaklar hep kaybolmak zorundadır, bu kaybolan çakmağım aldığım 8000. çakmak olması ihtimali çok yüksek hatırladığım kadarıyla hemen o dağınık masaya elimi uzattım, lanet olsun şu masa lambası hala yanıyor, fişini çekiverdim, taşmış olan kültablasının yanında duran kağıt ve dvdleri yere fırlattım ve çakmak altından çıkıverdi hemen sigarayı yaktım ve balkona yöneldim, tabi balkona yönelirken kapıya ulaşana kadar yerde sürünen kıyafetlerin ve ıvırzıvırın üstünden atlayarak geçtim, çıktığımda güneşin inanılmaz derecede yaktığını hemen hissettim, çok aşırı derecede sıcaktı hava caddeye baktığımda insanlar kendilerini ya klima olan mekanlara atıyor dışarıda olanlar ise buz gibi suları kafasından aşağıya dökerek yürüyordu. Yukarı bir baktım şöyle, tek bir bulut bile yoktu, Tanrı'nın bizi gördüğünü ve güldüğünü sanıyorum, hem yukarda olduğunuda bilmiyorum neden yukarı bakıyorum ki ? Herneyse açıkçası A.B.D'ye neden geldiğimi söylemek gerekirse klasik olarak Amerikan rüyası amacıyla değildi. Evet herkes gibi hayallerim vardı ancak şunu anladım, hayal kurmak sadece aptallıktı 5 sene önce kadarıyla çeşitli hayallerim vardı Film yapımcısı olmak yüksek şirketlerin başına geçmek gibi, ama sadece bir hayaldi, ve öyle de kaldı denilebilir çünkü yaptığım tek yanlış hayal kurmaktı, ve sonrasında hayal kurmanın ne kadar aptalca olduğunu anladım, hemen düşündüm ki çok küçükken babama zorla aldırdığım o asker adamlar ve ablama aldıkları barbie oyuncak bebekler ve adamlar, o zamanlar küçük yazlığımızın önünde kumlardan,toprak ve çamurdan yaptığım o ufak bahçeye koyardım onları ve onlarla oynardım, askerleri dizer savaştırır, diğerlerini alır istediğim yere koyar barbie bebeklerle adamları aşık eder onları öpüştürürdüm ufacıktım ben ne anlardım ki bunlardan ama yapardım, o küçük bahçem sürekli aklıma geliyor ve başında ben öyle eğleniyordum ki hayatımın en eğlenceli anlarıydı.... ( Devam Edecek )

American Beauty


\

"Ya Göründüğün Gibi Ol Ya da Olduğun Gibi Görün"
Bu film için en uygun başlık bu olsa gerek.


American Beauty bugüne kadar aile kavramının en derinlemesine işlendiği film olarak sinema tarihinde önemli bir yere sahip.Gökdelenler arasında yaşanan aile bunalımlarını bu kadar sert bu kadar çarpıcı yansıtan başka bir film daha var mıdır bilmiyorum.Yönetmenimiz Amerikayı izlerken taktığımız pembe gözlükleri çıkartıp bu aile çatışmasına bizi çıplak gözlerle izleterek bir dehşete tanık ediyor.
Olağanüstü kişilik tahlilerinin yapıldığı insan psikolojinin derinlemesine işlendiği bu film aynı zamanda modern toplumlarda yaşanan yalnızlıklık mutsuzluk vb. bir çok konuyuda gündeme getiriyor.
Üç kişilik bir ailede cinsel bunalımlar yaşayan ve işinden atılan bir baba , işinde yükselebilmek için herşeyi yapabilecek bir anne ve sert bir ergenlik geçiren genç bir kızın dramı tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.İşte bütün bu aile dramı Lester Burnhamın kızının arkadaşına aşık olmasıyla başlıyor.Annenin babayı aldatmasıyla devam ediyor ve genç kızın komuşunun oğlu Rickyle yakınlaşmasıyla doruk noktasına ulaşıyor.Askeri bir disiplinle yetiştirilmiş ve sürekli baskı altında tutulmuş Rickynin hayata bakış açısı ve felsefik konuşmaları bizi hayret içinde bırakıyor.Yanlışlıklar dolu bir hikaye , yine bir yanlış anlamayla uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir finalle noktalanıyor.
99 yılında En İyi Film dahil olmak üzere 5 oscar alan ve bence sonuna kadar hak eden bu filme Kevin Spacey de sinema tarihine geçecek bir oyunculukla renk katıyor.Elerindekiyle mutlu olamayan bir aile dramını izlerken kendi yansımamızı da görebileceğimiz bir ayna görevi yapan bu filmi tüm sinemaseverlere tavsiye ediyorum. Son olarak ise Ricky'nin gay olduğunu düşünen babasının Lester'i öpmesi onu test etmek içinmiydi yoksa şu ana kadar saklamak zorunda kaldığı ve yanlış anlaşılma sayesinde açığa çıkardığı cinsel tercihimiydi, filmde ayrı bir püf noktası karar izleyiciye kalmış :)




Dipnot:Ve O Unutulmaz Poşet Sahnesi:

"Kar yağışına dakikalar kalan günlerden biriydi.
Hava elektrik yüklüydü.
Neredeyse duyabiliyordun.
Ve bu torba oradaydı.
Benimle dans ediyordu oynamam için yalvaran küçük bir çocuk gibi.
15 dakika boyunca.
İşte o gün fark ettim.
her şeyin ardında hayat vardı.
ve iyilik dolu, inanılmaz bir güç.
Korkmak için hiç bir neden olmadığına inanmamı istiyordu.
Hem de hiç. video, zavallı bir bahane, biliyorum.
Ama hatırlamama yardim ediyor.
Hatırlamaya ihtiyacım var.
Bazen öyle çok güzellik var ki dünyada.
Dayanamayacağımı hissediyorum.
Ve kalbim içine kapanacak. “

"Meğerse" Nazi'ymiş



Lars'ın belkide filmi Melanchia'nın bu denli hakkettiği yere gelememesinin sebebi bu konuşma, belki bu konuşamadan sonra festivale alınmayacak bile, dediği şey ise "I understand Hitler" Lars'ın söz ettiği şey şu ; Yahudileri seviyorum ama aynı sırada Nazilerede sempati duyuyorum çünkü Annem bir alman, Hitler yalnış şeyler yapmış olabilir ama onu anlıyorum ve politikasına saygı duyuyorum, yanlış anlaşılmasın Yahudilere düşmanlığım yok. Bu sözlerden sonra tepki toplamış festival komitesi tarafından. Lars bir takım şeyleri özgür ifadesiyle söylüyor filmlerinde ise üstü kapalı metaforlarla anlatmak istediği ve nefret ettiği şeyleri izleyiciye sunuyor, sanatın mantığıda bu zaten. Ancak festivalde bu demecinden sonra verdiği son röportajıda bir hayli ilginç tüm bu söylemleri basın toplatısında canı sıkıldığı için yaptığını ve arkadaşları arasında konuşulacak şeyleri toplantıda konuştuğu için sıkıntı olduğunu dile getirmiş.
‘Sonra Nazi olduğumu keşfettim… biliyorsunuz ailem Alman… Hartmann… ne diyebilirim, Hitler’i anlıyorum … evet bazı kötü şeyler yaptı ama onu sığınağında gözümün önüne getirebiliyorum… İyi biri diyemeyiz ama onu anlıyorum…’ diye başlıyor, sonra ‘aslında İsrail eleştirisi yapıyorum’a sığınıyor, ‘ben bu cümlenin içinden nasıl çıkacağım?’ diyerek birden duruma ayıyor, derken dayanamayıp 3. Reich’ın mimarı Speer’i övmeye girişiyor, finalde şakacı bir ‘okey, ben Nazi’yim’le pes ediyor. Ama komik değil. Yanında oturan Kirsten Dunst ve Charlotte Gainsbourg’un yüzlerindeki ifade donuyor, özellikle Dunst renkten renge giriyor.
Lars von Trier, bir mecliste en kışkırtıcı lafları söyleyen ve ‘bana zaten kışkırtıcı laflar söylediğim için kızacaksınız’ı baştan garantiye aldığı için de kimse tarafından kınanamayan kışkırtıcılar soyundan. Bu davranış biçimini sevenlerin kendilerini yaramaz çocuk, derken putkırıcı, nihayet peygamber sanmaları mümkün. Anladığımız kadarıyla ufukta titreşip duran, karşı konulmaz bir ‘son damla’ var. Ve bardak da mutlaka taşıyor. Kışkırtıcılığın bir tür muhafazakârlıkla el ele verebileceği konusunda Trier’in gözleri kör olmuş durumda. Bir nevi trajik gaflet…


Tragedya deyince; ‘Hartmann’ konusu acıklı ve anlamlı. Trier’in ilk önemli filmlerinden ‘Europa’da II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’sında Nazilerle işbirliğiyle suçlanan, derken Amerikalı bir generalin ayarladığı bir Yahudi’nin şahitliğiyle aklanan ama sonunda intihar eden demiryolu baronu ve ailesinin soyadları Hartmann. Trier’in annesi ona babasının aslında soyadını taşıdığı adam değil Hartmann adlı biri olduğunu ölüm döşeğinde itiraf etmiş. Anne ‘artistik genlere sahip birinden çocuk sahibi olmak istediği’ için Lars’ın babası olarak kocasının patronunu, ünlü bir müzisyenler ailesinden gelme birini, söz konusu Hartmann’ı seçmişmiş. Gelgelelim gerçek baba Hartmann, Lars’la görüşmeyi dahi reddetmiş. Seçkin genler, soyluluk, reddedilmiş neseb; bir dilim aile tragedyası…
http://i.radikal.com.tr/150x113/2011/05/21/fft16_mf725816.JpegOkulda herkes ‘von’ diye dalga geçtiği için, iki isminin arasına inadına ‘von’ unvanını ekliyor Lars Trier. ‘Europa’, hem nalına hem mıhına, ‘savaş sonrasının harabe halindeki Almanya’sına bakarken Nazilerle işbirliği yapmış eski büyük aileleri affetmemizi, en azından ‘anlamamızı’ ister. Filmin üslubu da siyah beyazla tipografinin, ipnotizmayla Kafka’nın el ele verdiği bir tumturaklılık, bir çeşit Nazi barokudur (Speer!)… ‘Europa’ etkileyicidir, sinemada o sıralar öyle büyük jestlere cüret eden pek kimse yoktur. ‘Nazileri anlama’ teması da tragedyanın gümbürtüsü içinde kaynar.

‘Kışkırtmanın büyük üstadı’
Daha cüretkarı, Trier’in ‘düşük’ sayılan melodram malzemesinden, uluslararası oyuncularla, her biri birer modern azize portresi çizen ‘Dalgaları Aşmak’, ‘Karanlıkta Dans’ ve ‘Dogville’ gibi üç film yapacak olmasıdır. Birincide sakat kocasının cinsel hayallerine malzeme sağlamak üzere fahişelik yapan saf köylü kızınının, ikincide suçsuz olduğu halde şarkılar eşliğinde körlüğe ve ölüme giden göçmen işçi kızın, üçüncüde Amerikan hayırseverlik anlayışının azizesi gangster kızının acılarını ipnotize olmuş gibi seyredersiniz. Filmler görsel olarak da, ama asıl kurdukları şahane (ve hileli) denklemler açısından parmak ısırtıcıdır. Bess fahişelikle damgalanır, halbuki biz haykırmak isteriz ki, bunu kocası için yapmaktadır. Selma son derece müzikal, karşı konul(a)maz duygusallıkta bir makus talihin önünde yaprak gibi sürüklenir. Grace ise seyircinin dayanma sınırlarını çok aşan bir noktaya kadar iyiliksever davranır, ta ki…
Trier, bu filmlerde ‘kışkırtmanın büyük üstadı’ rolündedir. Seyirciyi melodramın çapraz çaresizlikleri içinde öyle bir bırakır ki, ancak ‘kalpsizce’ aklınız başına gelir de manipüle edildiğinizi anlar, bunu da kendinize itiraf ederseniz döngüden çıkabilirsiniz. ‘Dalgaları Aşmak’ kahramanının cidden azize ilan edilmesiyle biter. ‘Karanlıkta Dans’ işçi sınıfının kötü kaderini ve ölüm cezasını lanetleyen bir layiha olur çıkar. ‘Dogville’ Amerikan sömürgeciliğine indirilmiş son darbe gibidir. Öyledir de; seyrederken bu filmlerde alttan alta işleyenin manipülasyon olduğu hissine o an sahip olmayabilirsiniz. Bu gövde gösterileri etkileyicidir. Gelgelelim…

Kendini peygamber sanmak
Trier, ‘Dogville’in devamı olan, bariz kadın düşmanı ‘Manderlay’le (‘her reformist Scarlett O’Hara aslında bir zenciyle yatmak ister’) ve katkıda bulunduğu ‘Beş Engel’ adlı manipülasyon komedisiyle kendini aşmaya başlar. Hesapça filmlerine hayran olduğu Jörgen Leth adlı Danimarkalı yönetmene engeller koyarak onu eski bir filmini yeniden çekme ‘oyunu’na davet eder. Heveskar bir mazoşistle yaratıcı bir sadistin dansları oldukça katlanılmazdır. Trier, mistik (new-age diye okuyun) fantezilerini, iyice belirgin kadın düşmanlığını ve Bergman-Tarkovski hattında klasik Kuzey suçluluğunu birbirine karıştırarak yaptığı, yer yer komik denecek kadar vaizliğe soyunan ‘Deccal’de artık bir çeşit sarhoşluk içindedir. Kışkırtıcılığından duyduğu hoşnutluğun gözünü kör ettiği, kendini peygamber sandığı noktada…
Bu rüzgarla olsa gerek, belki de hayatının en gösterişli mizansenini Cannes’daki basın toplantısında kendisi için yaratmışa benziyor. Birbiriyle alakasız ‘fikirlerin’ sabuklama halinde ağızdan döküldüğü ve kahramanın ipini kendi eliyle çektiği bu tek kişilik piyes manipülatif bir zekanın silahını sonunda dayanamayıp kendine yöneltiği nokta sanki. Eski sadistleri kırpıp kırpıp mazoşist yapıyor olabilirler. Trier, bundan sonraki günlerini ağlayıp özür dileyerek, yerle yeksan olarak geçirebilir. Ne de olsa bir Mel Gibson değil ve son filmi de bir kehanet gibi ‘Melancholia’ adını taşıyor. ‘Okey, Nazi’yim’ şakasının şakaya gelir yanı olmadığını anladığı andaki surat ifadesi youtube klasikleri arasında yer alacağa benzer. ‘Melancholia’dan megalomania’ya giden yol kadar, megalomania’dan melancholia’ya giden yol da bayağı kısa olabilir.

Melancholia’da Alman romantizmi
Lars von Trier’in son filmi apokaliptik bir avant-garde epik. Güzelliği, erotizmi ve yıkımı bir arada harmanlayarak Wagner’in müziğindeki hisse yakın bir romantizm içeriyor. Film, ‘Melancholia Gezegeni’nin dünyaya çarpıp tüm insanlığı yok etmesiyle son buluyor. Trier, stilize numaralarla uğraşmak yerine kendi tarzında dolaştığı bilimkurgu alanını deneysel bir felaket filmine dönüştürüyor.
Oyuncular: Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg,
Kiefer Sutherland
IMDB puanı: 6.7



LARS VON TRIER: İstenmeyen adam olmaktan mutluyum
Danimarkalı yönetmen çarşamba günü festivalde yarışan filmi ‘Melancholia’nın basın toplantısında Hitler’e sempati duyduğunu söyledi. Bu yıl en iyi yabancı film Oscar’ını alan Yahudi yönetmen Susan Bier’i tanıyana kadar Yahudilere empatiyle yaklaştığını ekledi. Ama Festival Komitesi, Trier’nin sözlerinde esprili bir yön bulamadı, açıklamaları ‘Kabul edilemez, tolere edilemez ve insanlığın ideallerine ters’ olduğunu belirtti.
Elbette, Trier’yi biraz tanıyan yönetmenler onun bomba patlatma potansiyelini biliyor. 2005’te de George W. Bush’un Condoleeza Rice tarafından kırbaçlanmak gibi sado-mazohist fantezileri olduğunu söylemişti. 2009’da da ‘Antichrist’ın gösterimi ardından kendini dünyanın en iyi yönetmeni ilan etti.

Basın toplantısında sıkıldı
Sonunda Cannes’da yasaklanan yönetmen, perşembe günü Hotel Le Mas Candille’deki basın toplantısı için gazetecilerin karşısına çıktığında şaşırtıcı bir biçimde rahat görünüyordu. Sözlerinin bir halkla ilişkiler felaketi olduğunu, Altın Palmiye şansını yok ettiğini farkındaydı. “Aptalca konuştum. Alaycı olmak için yanlış yerdi” dedi. “Elbette Hitler’e sempati duymuyorum. Hepimizin bildiği gibi Soykırım insanlığa karşı işlenen en büyük suç. Tek mazaretim şu; basın toplantıları sıkıcı olmaya başlayınca performans sergileme huyum var.”
Sinema yazarı Richard Parton, The Daily Beast haber sitesi için tartışmalı yönetmene Susan Bier ve Hitler hakkındaki sözlerini sordu. Trier şöyle cevap verdi:
“Onunla (Bier) aynı film okuluna gittik. Eskiden benim yapım şirketim Zentropa’da çalışıyordu. Bana oranla ona hep özel muamele gösterildiğini, imtiyazlı davranıldığını düşünürdüm. Ama bu hislerimin elbette Susan’ın Yahudi olmasıyla ilgisi yok. Yahudi esprilerini yapmamın sebebi de şu: Hayatımın yarısı boyunca Yahudi olduğumu zannettim. Eğer Yahudi’ysen bu şakaları yapmana izin vardır. O yüzden alışkanlığımı kırmam zaman alıyor. İnsanların yanlış anlamasına üzüldüm. Tüm dünyanın karşısında arkadaşlarımla konuşuyormuş gibi konuşmak yanlıştı.”
Trier ‘persona non grata’ (istenmeyen adam) statüsü için de şunları söyledi:
“Bu sinir bozucu bir durum. Gilles (Jacob, Festival Başkanı) ve Thierry (Frémaux, Festival Sanat Direktörü) yakın arkadaşlarım. Ama bu statü bana çok uyuyor. Bunun için oldukça mutluyum.”


64. Cannes film Festivali Kapanış Töreni ile sona erdi. Nuri Bilge Ceylan, 'Bir Zamanlar Anadolu'da filmiyle 'Büyük Ödül'ü kazandı.
Ödül kazanan bütün filmler şöyle:
http://www.internetingazetesi.com/wp-content/uploads/2011/04/nuri_bilge_ceylan_0526.jpg *Altın Palmiye: Tree of Life - Terrence Malick
*Jüri Büyük Ödülü: Bir Zamanlar Anadolu'da (Nuri Bilge Ceylan) ve Le gamin au vélo (Jena-Pierre ve Luc Dardenne)
*En İyi Yönetmen: Nicolas Winding Refn, Drive
*En İyi Erkek Oyuncu: En İyi Erkek Oyuncu: Jean Dujardin, Artist
*En İyi Kadın Oyuncu: Kirsten Dunst, Melancholia
*En İyi Senaryo: Footnote Joseph Cedar
*Jüri Özel Ödülü: Polisse Yönetmen: Maiwenn
*Altın Kamera (Camera d'Or): Las Acacias (Yönetmen: Pablo Giorgelli)
*Kısa Metraj: Cross Country (Yönetmen: Maryna Vroda)
Yapımcılığını Zeynep Özbatur Atakan'ın üstlendiği, Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Muammer Uzuner, Ahmet Mümtaz Taylan'ın baş rollerde yer aldığı filmin çekimleri Keskin'de yapıldı.
Bosna Hersek ve Türkiye ortak yapımı olan ve Eurimages tarafından desteklenen film, bir doktor ve bir savcının 12 saatlik gerilimli hikayesini anlatıyor.
Görüntü yönetmenliğini Gökhan Tiryaki'nin yaptığı, 2 saat 35 dakika süren filmin senaryosunu, Ercan Kesal, Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan yazdı.
CEYLAN'IN CANNES MACERASI
Yönetmen Nuri Bilge Ceylan, ''Bir Zamanlar Anadolu''da filmiyle 5. kez Cannes Film Festivali'ne katıldı. Ceylan'ın Cannes Film Festivali tecrübesi, 1995 yılında başlamıştı.
Ceylan'ın, ilk kısa filmi Koza, 1995 yılında Cannes'da gösterildikten sonra, yönetmen çektiği uzun metrajlı ''Uzak'' filmiyle 2003'te ''Büyük Jüri Ödülü''nü kazandı.
Ceylan, 2006'da ''İklimler'' isimli filmiyle Cannes'da ''FIPRESCI'' ödülüne layık görüldü, son olarak 2008 yılında, ''Üç Maymun'' filmiyle festivalde en iyi yönetmen seçildi. Yönetmen Ceylan, 2009 yılında festival jürisinde yer aldı.

top