"Meğerse" Nazi'ymiş



Lars'ın belkide filmi Melanchia'nın bu denli hakkettiği yere gelememesinin sebebi bu konuşma, belki bu konuşamadan sonra festivale alınmayacak bile, dediği şey ise "I understand Hitler" Lars'ın söz ettiği şey şu ; Yahudileri seviyorum ama aynı sırada Nazilerede sempati duyuyorum çünkü Annem bir alman, Hitler yalnış şeyler yapmış olabilir ama onu anlıyorum ve politikasına saygı duyuyorum, yanlış anlaşılmasın Yahudilere düşmanlığım yok. Bu sözlerden sonra tepki toplamış festival komitesi tarafından. Lars bir takım şeyleri özgür ifadesiyle söylüyor filmlerinde ise üstü kapalı metaforlarla anlatmak istediği ve nefret ettiği şeyleri izleyiciye sunuyor, sanatın mantığıda bu zaten. Ancak festivalde bu demecinden sonra verdiği son röportajıda bir hayli ilginç tüm bu söylemleri basın toplatısında canı sıkıldığı için yaptığını ve arkadaşları arasında konuşulacak şeyleri toplantıda konuştuğu için sıkıntı olduğunu dile getirmiş.
‘Sonra Nazi olduğumu keşfettim… biliyorsunuz ailem Alman… Hartmann… ne diyebilirim, Hitler’i anlıyorum … evet bazı kötü şeyler yaptı ama onu sığınağında gözümün önüne getirebiliyorum… İyi biri diyemeyiz ama onu anlıyorum…’ diye başlıyor, sonra ‘aslında İsrail eleştirisi yapıyorum’a sığınıyor, ‘ben bu cümlenin içinden nasıl çıkacağım?’ diyerek birden duruma ayıyor, derken dayanamayıp 3. Reich’ın mimarı Speer’i övmeye girişiyor, finalde şakacı bir ‘okey, ben Nazi’yim’le pes ediyor. Ama komik değil. Yanında oturan Kirsten Dunst ve Charlotte Gainsbourg’un yüzlerindeki ifade donuyor, özellikle Dunst renkten renge giriyor.
Lars von Trier, bir mecliste en kışkırtıcı lafları söyleyen ve ‘bana zaten kışkırtıcı laflar söylediğim için kızacaksınız’ı baştan garantiye aldığı için de kimse tarafından kınanamayan kışkırtıcılar soyundan. Bu davranış biçimini sevenlerin kendilerini yaramaz çocuk, derken putkırıcı, nihayet peygamber sanmaları mümkün. Anladığımız kadarıyla ufukta titreşip duran, karşı konulmaz bir ‘son damla’ var. Ve bardak da mutlaka taşıyor. Kışkırtıcılığın bir tür muhafazakârlıkla el ele verebileceği konusunda Trier’in gözleri kör olmuş durumda. Bir nevi trajik gaflet…


Tragedya deyince; ‘Hartmann’ konusu acıklı ve anlamlı. Trier’in ilk önemli filmlerinden ‘Europa’da II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’sında Nazilerle işbirliğiyle suçlanan, derken Amerikalı bir generalin ayarladığı bir Yahudi’nin şahitliğiyle aklanan ama sonunda intihar eden demiryolu baronu ve ailesinin soyadları Hartmann. Trier’in annesi ona babasının aslında soyadını taşıdığı adam değil Hartmann adlı biri olduğunu ölüm döşeğinde itiraf etmiş. Anne ‘artistik genlere sahip birinden çocuk sahibi olmak istediği’ için Lars’ın babası olarak kocasının patronunu, ünlü bir müzisyenler ailesinden gelme birini, söz konusu Hartmann’ı seçmişmiş. Gelgelelim gerçek baba Hartmann, Lars’la görüşmeyi dahi reddetmiş. Seçkin genler, soyluluk, reddedilmiş neseb; bir dilim aile tragedyası…
http://i.radikal.com.tr/150x113/2011/05/21/fft16_mf725816.JpegOkulda herkes ‘von’ diye dalga geçtiği için, iki isminin arasına inadına ‘von’ unvanını ekliyor Lars Trier. ‘Europa’, hem nalına hem mıhına, ‘savaş sonrasının harabe halindeki Almanya’sına bakarken Nazilerle işbirliği yapmış eski büyük aileleri affetmemizi, en azından ‘anlamamızı’ ister. Filmin üslubu da siyah beyazla tipografinin, ipnotizmayla Kafka’nın el ele verdiği bir tumturaklılık, bir çeşit Nazi barokudur (Speer!)… ‘Europa’ etkileyicidir, sinemada o sıralar öyle büyük jestlere cüret eden pek kimse yoktur. ‘Nazileri anlama’ teması da tragedyanın gümbürtüsü içinde kaynar.

‘Kışkırtmanın büyük üstadı’
Daha cüretkarı, Trier’in ‘düşük’ sayılan melodram malzemesinden, uluslararası oyuncularla, her biri birer modern azize portresi çizen ‘Dalgaları Aşmak’, ‘Karanlıkta Dans’ ve ‘Dogville’ gibi üç film yapacak olmasıdır. Birincide sakat kocasının cinsel hayallerine malzeme sağlamak üzere fahişelik yapan saf köylü kızınının, ikincide suçsuz olduğu halde şarkılar eşliğinde körlüğe ve ölüme giden göçmen işçi kızın, üçüncüde Amerikan hayırseverlik anlayışının azizesi gangster kızının acılarını ipnotize olmuş gibi seyredersiniz. Filmler görsel olarak da, ama asıl kurdukları şahane (ve hileli) denklemler açısından parmak ısırtıcıdır. Bess fahişelikle damgalanır, halbuki biz haykırmak isteriz ki, bunu kocası için yapmaktadır. Selma son derece müzikal, karşı konul(a)maz duygusallıkta bir makus talihin önünde yaprak gibi sürüklenir. Grace ise seyircinin dayanma sınırlarını çok aşan bir noktaya kadar iyiliksever davranır, ta ki…
Trier, bu filmlerde ‘kışkırtmanın büyük üstadı’ rolündedir. Seyirciyi melodramın çapraz çaresizlikleri içinde öyle bir bırakır ki, ancak ‘kalpsizce’ aklınız başına gelir de manipüle edildiğinizi anlar, bunu da kendinize itiraf ederseniz döngüden çıkabilirsiniz. ‘Dalgaları Aşmak’ kahramanının cidden azize ilan edilmesiyle biter. ‘Karanlıkta Dans’ işçi sınıfının kötü kaderini ve ölüm cezasını lanetleyen bir layiha olur çıkar. ‘Dogville’ Amerikan sömürgeciliğine indirilmiş son darbe gibidir. Öyledir de; seyrederken bu filmlerde alttan alta işleyenin manipülasyon olduğu hissine o an sahip olmayabilirsiniz. Bu gövde gösterileri etkileyicidir. Gelgelelim…

Kendini peygamber sanmak
Trier, ‘Dogville’in devamı olan, bariz kadın düşmanı ‘Manderlay’le (‘her reformist Scarlett O’Hara aslında bir zenciyle yatmak ister’) ve katkıda bulunduğu ‘Beş Engel’ adlı manipülasyon komedisiyle kendini aşmaya başlar. Hesapça filmlerine hayran olduğu Jörgen Leth adlı Danimarkalı yönetmene engeller koyarak onu eski bir filmini yeniden çekme ‘oyunu’na davet eder. Heveskar bir mazoşistle yaratıcı bir sadistin dansları oldukça katlanılmazdır. Trier, mistik (new-age diye okuyun) fantezilerini, iyice belirgin kadın düşmanlığını ve Bergman-Tarkovski hattında klasik Kuzey suçluluğunu birbirine karıştırarak yaptığı, yer yer komik denecek kadar vaizliğe soyunan ‘Deccal’de artık bir çeşit sarhoşluk içindedir. Kışkırtıcılığından duyduğu hoşnutluğun gözünü kör ettiği, kendini peygamber sandığı noktada…
Bu rüzgarla olsa gerek, belki de hayatının en gösterişli mizansenini Cannes’daki basın toplantısında kendisi için yaratmışa benziyor. Birbiriyle alakasız ‘fikirlerin’ sabuklama halinde ağızdan döküldüğü ve kahramanın ipini kendi eliyle çektiği bu tek kişilik piyes manipülatif bir zekanın silahını sonunda dayanamayıp kendine yöneltiği nokta sanki. Eski sadistleri kırpıp kırpıp mazoşist yapıyor olabilirler. Trier, bundan sonraki günlerini ağlayıp özür dileyerek, yerle yeksan olarak geçirebilir. Ne de olsa bir Mel Gibson değil ve son filmi de bir kehanet gibi ‘Melancholia’ adını taşıyor. ‘Okey, Nazi’yim’ şakasının şakaya gelir yanı olmadığını anladığı andaki surat ifadesi youtube klasikleri arasında yer alacağa benzer. ‘Melancholia’dan megalomania’ya giden yol kadar, megalomania’dan melancholia’ya giden yol da bayağı kısa olabilir.

Melancholia’da Alman romantizmi
Lars von Trier’in son filmi apokaliptik bir avant-garde epik. Güzelliği, erotizmi ve yıkımı bir arada harmanlayarak Wagner’in müziğindeki hisse yakın bir romantizm içeriyor. Film, ‘Melancholia Gezegeni’nin dünyaya çarpıp tüm insanlığı yok etmesiyle son buluyor. Trier, stilize numaralarla uğraşmak yerine kendi tarzında dolaştığı bilimkurgu alanını deneysel bir felaket filmine dönüştürüyor.
Oyuncular: Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg,
Kiefer Sutherland
IMDB puanı: 6.7



LARS VON TRIER: İstenmeyen adam olmaktan mutluyum
Danimarkalı yönetmen çarşamba günü festivalde yarışan filmi ‘Melancholia’nın basın toplantısında Hitler’e sempati duyduğunu söyledi. Bu yıl en iyi yabancı film Oscar’ını alan Yahudi yönetmen Susan Bier’i tanıyana kadar Yahudilere empatiyle yaklaştığını ekledi. Ama Festival Komitesi, Trier’nin sözlerinde esprili bir yön bulamadı, açıklamaları ‘Kabul edilemez, tolere edilemez ve insanlığın ideallerine ters’ olduğunu belirtti.
Elbette, Trier’yi biraz tanıyan yönetmenler onun bomba patlatma potansiyelini biliyor. 2005’te de George W. Bush’un Condoleeza Rice tarafından kırbaçlanmak gibi sado-mazohist fantezileri olduğunu söylemişti. 2009’da da ‘Antichrist’ın gösterimi ardından kendini dünyanın en iyi yönetmeni ilan etti.

Basın toplantısında sıkıldı
Sonunda Cannes’da yasaklanan yönetmen, perşembe günü Hotel Le Mas Candille’deki basın toplantısı için gazetecilerin karşısına çıktığında şaşırtıcı bir biçimde rahat görünüyordu. Sözlerinin bir halkla ilişkiler felaketi olduğunu, Altın Palmiye şansını yok ettiğini farkındaydı. “Aptalca konuştum. Alaycı olmak için yanlış yerdi” dedi. “Elbette Hitler’e sempati duymuyorum. Hepimizin bildiği gibi Soykırım insanlığa karşı işlenen en büyük suç. Tek mazaretim şu; basın toplantıları sıkıcı olmaya başlayınca performans sergileme huyum var.”
Sinema yazarı Richard Parton, The Daily Beast haber sitesi için tartışmalı yönetmene Susan Bier ve Hitler hakkındaki sözlerini sordu. Trier şöyle cevap verdi:
“Onunla (Bier) aynı film okuluna gittik. Eskiden benim yapım şirketim Zentropa’da çalışıyordu. Bana oranla ona hep özel muamele gösterildiğini, imtiyazlı davranıldığını düşünürdüm. Ama bu hislerimin elbette Susan’ın Yahudi olmasıyla ilgisi yok. Yahudi esprilerini yapmamın sebebi de şu: Hayatımın yarısı boyunca Yahudi olduğumu zannettim. Eğer Yahudi’ysen bu şakaları yapmana izin vardır. O yüzden alışkanlığımı kırmam zaman alıyor. İnsanların yanlış anlamasına üzüldüm. Tüm dünyanın karşısında arkadaşlarımla konuşuyormuş gibi konuşmak yanlıştı.”
Trier ‘persona non grata’ (istenmeyen adam) statüsü için de şunları söyledi:
“Bu sinir bozucu bir durum. Gilles (Jacob, Festival Başkanı) ve Thierry (Frémaux, Festival Sanat Direktörü) yakın arkadaşlarım. Ama bu statü bana çok uyuyor. Bunun için oldukça mutluyum.”

0 yorum:

top