Kopmak



Ve hayatımda aynı anda
hiç böylesine kendimden kopmuş.


...ve bir o kadar da
kendimde hissetmemiştim

Fransız filozof Albert Camus'un depresif durumlarda kişilik ironiside içinde barındıran özdeyişi ile başlıyor Tony Kaye'nin yeniden dönüş filmi olan " Detachment". Film ise kendi halinde bir ücra bir kasabada sosyal yaşamdan kopan karşılıklı anlayış ve sevgiyi yok sayan... hayattaki anlamını yitiren, belki yaşamın getirdiği acıyla daha da kötü olmaya karar veren, psikolojik olarak yıpranmış ve ne yaptığını bilemeyen zihinsel ve vicdani olarak hayattan tamamen kopan lise çağındaki hırçın öğrencilerin tekrar topluma kazadırma amacıyla öğretim hayatını devam ettiren okuldaki "karamsarlığı" bizlere başta sözleşmeli ve sürekli okul değiştiren öğretmen Henry'nin ve diğer öğretmenlerin gözünden anlatmaya çalışmakta.

Gösteri Peygamberi Chuck Palahniuk





İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiçkimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının,önemsiz meselerinin, hikayelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar.

Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar; Büyük ve korkunç bir bilinmeyen..."




"Hiçliğe yapacağımız iniş başlamıştır,lütfen kemerlerinizi bağlayın.."




"Banyoda traş bıçakları var,içebileceğim iyot var,yutabileceğim uyku hapları var. Seçim meselesi, yaşa ya da öl! Aldığımız her nefes bir seçim, geçen her dakika bir seçim,olmak ya da olmamak.


Kendinizi merdivenden atmadığınız her an bir seçimdir,arabanızı duvara çarpmadığınız her an hayata yeniden başlıyorsunuz.


""Eğer kimse izlemiyorsa herhangi bir şey yapmanın çok anlamsız olduğunun farkına varıyor insan."




"Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka bir zamana ertelerler miydi, diye düşünmeden edemiyorum.Mesela İsa mesih, kendisini kimsenin izlemediği, kimsenin ona işkence etmediği ve başında ağlayıp sızlamadığı bir kodeste can verseydi acaba bizi kurtarabilir miydi? Saygısızlık gibi olmasın ama, kurtarabilir miydi? Ormandaki bir ağacın devrilişini kimsenin duymaması gibi, İsa'nın çektiği acılara da kimse şahit olmasaydı, kurtulur muyduk?"




Fatih Akın Almanya'da yetişmiş Türk yönetmen ... Gegen Die Wand ( Duvara Karşı ) filmiyle adından daha fazla söz ettirmişti. Çünkü karakter ve öyküleme arasında sıkıntı yaşayan avrupa sinemasına ilaç gibi gelen bir film yapmıştı. Gegen Die Wand Almanya'da yaşayan iki Türk üzerinden, hayat karşmaşasını çözememiş bir veya iki dakika sonra ne olacak umrunda bile olmayan Duvara Karşı süratle giden iki insanın öyküsünü anlatıyordu veya daha doğrusu geçmişin kara bulutlarıyla güreşen bir Türk olan Cahit'in Sibel'le karşılaşması neticesinde bir hayli karmaşık olan hayatlarının dibinden yüzerek çıkma mücadelesi vermekteydiler her ne kadar duvara hızla gitseler ve çarpsalarda ölmeyi beceremiyorlardı ... Hayat onları yaşamaya mahkum etmiş ve onlarda bu yaşama bir anlam yüklemeye çabası içerisinde psikolojinin üst doruklarını zorluyorlardı. Cahit ve Sibel aslında anlam neymiş umursamazken farkında olmadan hayatlarına anlam sokmuşlardı bile... birbirleri için anlamsız hayatlarında hatta boktan hayatlarında bir anlam olmayı başarabilmişlerdi sanırım. Ancak bir duvar yıkılsa hayat onlara başka duvar çıkaracaktı... hayat onlara duvar örmeye devam edecekti ... çünkü geçmişte onlar hayata karşı karamsarlıklarından güneşi görmeyi bile red etmiş ve ilk duvarı onlar örmüşlerdi... alışkanlık olsa gerek ki artık onlar bıraksada hayat onlara duvar örmekteydi... kaçan baştan kaybeder misali hayata karşı yenilgilerini kabullenmek istemezcesine inatla duvara ilerlemekteydiler ... belki baştan kaybedilmişti ama belki kazanacak en ufak şey bile onları yaşama bağlayabilirdi... bu anlam arayışını aşkta bulan ikili son duvarı aşamadı belki ... belkide duvar yoktu ama onlar tekrar bir duvar yaptı... Cahit beklemeden gitti .. Sibel ise Cahit'siz mutsuz olan hayatında yaşarmış gibi yapmayı tercih etti. Hayat çok garipti seçenekler çoktu. Duvarlar önümüzdeydi ama yıkmakta bizim elimizdeydi sanki... ama herşeye rağmen hayat devam etti ... güneş tekrar doğdu bir başka duvar belki yine örüldü. Ölüme kadarda örülecekti ama yaşam devam etmek zorundaydı. Son söz olarak Birol Ünel harika bir oyuncu.

Bir İstanbul Yanılgısı Daha...


Holywood ve yabancı sinema endüstrisi Türkiye'nin yaşam stilini hala anlamış değil sanırım. Taken 2'yi izledim film 2012 yılında geçmesine rağmen 70' lerdeki polis arabaları.. çarşaflı kadınlar, boş dolaşan erkekler İstanbul sahnelerinin yine vazgeçilmez figürü olmayı başarmışlar. Elbette bunlar yok değil ama Türkiye iki medeniyet çatışması yaşar gibi yavaş gelişen ülkelerden biri olduğu için bu tarz farklı yaşam tarzlarını içinde barındıran bir şehir İstanbul. Ama ne hikmetse İstanbul yabancı filmlerde her gösterildiğinde batısal değil de doğusal tarzı ön plana çıkmakta hep. Sevdiğim bir filmci olan Luc Besson bu filmin yapımcısı... bu kez umuyordum ki Besson daha öncelerin yaptığı hatalarına düşmeyecek ve İstanbul'daki yaşamı biraz daha araştırıp filmde yönetmenle İstanbul'u gerçeğine yakın kameraya alacak. Ama Besson'da es geçti ... anlaşıldı ki İstanbul sinema tarihinin en çok yanılgılarından biri olacak. Son dönem filmlerini izlerken Paris'te 70 model polis arabaları yokken İstanbul'da niye böyle bir şey kullanılmış aslında gerçekten sormak gerek. İstanbul " Midnight Express" ten tutun Taken 2'ye kadar sinemanın kurbanı olmuş demeyeceğim tabii ama ortada bir yanılgı olduğu gerçeğinide  atlamamak gerek. Zira İstanbul'u gezen gören tüm izleyiciler bunun farkına kendileri varacaktır. Öküz altında buzağı hiç aramak istemem ancak İstanbul bu şekilde gösterilmeye devam ederse bunun sadece İstanbul ve Türkiye'deki yaşam hakkında bilgi yoksunluğu olarak değil... Türkiye'nin inatla Avrupa'ya ters düşen bir ülke olduğunu imgelemeye çalışan kasti eylemler olarak göreceğim.
top