Kopmak



Ve hayatımda aynı anda
hiç böylesine kendimden kopmuş.


...ve bir o kadar da
kendimde hissetmemiştim

Fransız filozof Albert Camus'un depresif durumlarda kişilik ironiside içinde barındıran özdeyişi ile başlıyor Tony Kaye'nin yeniden dönüş filmi olan " Detachment". Film ise kendi halinde bir ücra bir kasabada sosyal yaşamdan kopan karşılıklı anlayış ve sevgiyi yok sayan... hayattaki anlamını yitiren, belki yaşamın getirdiği acıyla daha da kötü olmaya karar veren, psikolojik olarak yıpranmış ve ne yaptığını bilemeyen zihinsel ve vicdani olarak hayattan tamamen kopan lise çağındaki hırçın öğrencilerin tekrar topluma kazadırma amacıyla öğretim hayatını devam ettiren okuldaki "karamsarlığı" bizlere başta sözleşmeli ve sürekli okul değiştiren öğretmen Henry'nin ve diğer öğretmenlerin gözünden anlatmaya çalışmakta.

Gösteri Peygamberi Chuck Palahniuk





İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiçkimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının,önemsiz meselerinin, hikayelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar.

Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar; Büyük ve korkunç bir bilinmeyen..."




"Hiçliğe yapacağımız iniş başlamıştır,lütfen kemerlerinizi bağlayın.."




"Banyoda traş bıçakları var,içebileceğim iyot var,yutabileceğim uyku hapları var. Seçim meselesi, yaşa ya da öl! Aldığımız her nefes bir seçim, geçen her dakika bir seçim,olmak ya da olmamak.


Kendinizi merdivenden atmadığınız her an bir seçimdir,arabanızı duvara çarpmadığınız her an hayata yeniden başlıyorsunuz.


""Eğer kimse izlemiyorsa herhangi bir şey yapmanın çok anlamsız olduğunun farkına varıyor insan."




"Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka bir zamana ertelerler miydi, diye düşünmeden edemiyorum.Mesela İsa mesih, kendisini kimsenin izlemediği, kimsenin ona işkence etmediği ve başında ağlayıp sızlamadığı bir kodeste can verseydi acaba bizi kurtarabilir miydi? Saygısızlık gibi olmasın ama, kurtarabilir miydi? Ormandaki bir ağacın devrilişini kimsenin duymaması gibi, İsa'nın çektiği acılara da kimse şahit olmasaydı, kurtulur muyduk?"




Fatih Akın Almanya'da yetişmiş Türk yönetmen ... Gegen Die Wand ( Duvara Karşı ) filmiyle adından daha fazla söz ettirmişti. Çünkü karakter ve öyküleme arasında sıkıntı yaşayan avrupa sinemasına ilaç gibi gelen bir film yapmıştı. Gegen Die Wand Almanya'da yaşayan iki Türk üzerinden, hayat karşmaşasını çözememiş bir veya iki dakika sonra ne olacak umrunda bile olmayan Duvara Karşı süratle giden iki insanın öyküsünü anlatıyordu veya daha doğrusu geçmişin kara bulutlarıyla güreşen bir Türk olan Cahit'in Sibel'le karşılaşması neticesinde bir hayli karmaşık olan hayatlarının dibinden yüzerek çıkma mücadelesi vermekteydiler her ne kadar duvara hızla gitseler ve çarpsalarda ölmeyi beceremiyorlardı ... Hayat onları yaşamaya mahkum etmiş ve onlarda bu yaşama bir anlam yüklemeye çabası içerisinde psikolojinin üst doruklarını zorluyorlardı. Cahit ve Sibel aslında anlam neymiş umursamazken farkında olmadan hayatlarına anlam sokmuşlardı bile... birbirleri için anlamsız hayatlarında hatta boktan hayatlarında bir anlam olmayı başarabilmişlerdi sanırım. Ancak bir duvar yıkılsa hayat onlara başka duvar çıkaracaktı... hayat onlara duvar örmeye devam edecekti ... çünkü geçmişte onlar hayata karşı karamsarlıklarından güneşi görmeyi bile red etmiş ve ilk duvarı onlar örmüşlerdi... alışkanlık olsa gerek ki artık onlar bıraksada hayat onlara duvar örmekteydi... kaçan baştan kaybeder misali hayata karşı yenilgilerini kabullenmek istemezcesine inatla duvara ilerlemekteydiler ... belki baştan kaybedilmişti ama belki kazanacak en ufak şey bile onları yaşama bağlayabilirdi... bu anlam arayışını aşkta bulan ikili son duvarı aşamadı belki ... belkide duvar yoktu ama onlar tekrar bir duvar yaptı... Cahit beklemeden gitti .. Sibel ise Cahit'siz mutsuz olan hayatında yaşarmış gibi yapmayı tercih etti. Hayat çok garipti seçenekler çoktu. Duvarlar önümüzdeydi ama yıkmakta bizim elimizdeydi sanki... ama herşeye rağmen hayat devam etti ... güneş tekrar doğdu bir başka duvar belki yine örüldü. Ölüme kadarda örülecekti ama yaşam devam etmek zorundaydı. Son söz olarak Birol Ünel harika bir oyuncu.

Bir İstanbul Yanılgısı Daha...


Holywood ve yabancı sinema endüstrisi Türkiye'nin yaşam stilini hala anlamış değil sanırım. Taken 2'yi izledim film 2012 yılında geçmesine rağmen 70' lerdeki polis arabaları.. çarşaflı kadınlar, boş dolaşan erkekler İstanbul sahnelerinin yine vazgeçilmez figürü olmayı başarmışlar. Elbette bunlar yok değil ama Türkiye iki medeniyet çatışması yaşar gibi yavaş gelişen ülkelerden biri olduğu için bu tarz farklı yaşam tarzlarını içinde barındıran bir şehir İstanbul. Ama ne hikmetse İstanbul yabancı filmlerde her gösterildiğinde batısal değil de doğusal tarzı ön plana çıkmakta hep. Sevdiğim bir filmci olan Luc Besson bu filmin yapımcısı... bu kez umuyordum ki Besson daha öncelerin yaptığı hatalarına düşmeyecek ve İstanbul'daki yaşamı biraz daha araştırıp filmde yönetmenle İstanbul'u gerçeğine yakın kameraya alacak. Ama Besson'da es geçti ... anlaşıldı ki İstanbul sinema tarihinin en çok yanılgılarından biri olacak. Son dönem filmlerini izlerken Paris'te 70 model polis arabaları yokken İstanbul'da niye böyle bir şey kullanılmış aslında gerçekten sormak gerek. İstanbul " Midnight Express" ten tutun Taken 2'ye kadar sinemanın kurbanı olmuş demeyeceğim tabii ama ortada bir yanılgı olduğu gerçeğinide  atlamamak gerek. Zira İstanbul'u gezen gören tüm izleyiciler bunun farkına kendileri varacaktır. Öküz altında buzağı hiç aramak istemem ancak İstanbul bu şekilde gösterilmeye devam ederse bunun sadece İstanbul ve Türkiye'deki yaşam hakkında bilgi yoksunluğu olarak değil... Türkiye'nin inatla Avrupa'ya ters düşen bir ülke olduğunu imgelemeye çalışan kasti eylemler olarak göreceğim.

"Eko" Kısa Film Fragmanı



‎"Eko" minimalistik kısa film, insan zihninden kısa anlar sunuyor. Beklentiler ve geçmişin etkisi ile gelecek bilinmezi ile beklemek kaçınılamaz bir kader oluyor. Kaderle yüzleşmek veya seçimlerimizin sonuçları yaşamı şekillendirirken akılda açıklanamaz bir kaosa sebep oluyor. Son kısa filmimizin fragmanı.



Ay'daki Yalnız Adam



Yalnız olmak insanların belkide en çok korktuğu çaresizce durumlardan biridir şu dünyada. Ancak yalnızlık derken "yalnızlık" kavramınıda iyi açmak gerekiyor. Bir odada oturmuş, telefonu hiç bir şekilde çalmayan dert ortağı olacak bir arkadaşı bile olmayan, sokaklarda onlarca surat arasından sıyrılıpta yürüyen kişi değildir sadece yalnız olan. Aslında Franz Kafka yalnızlığa başka bir boyutta getiriyor bir sözüyle. " Benim yalnızlığım insanlarla doludur" diyor bir sözünde.

21st December ?


it's different now... I mean humans are really .. I dont know I can't find even adjective ... we're like living in a dream world ... we need some really serious kick to our asses... in order to realise who we are and what we're really doing. So I really wish something is going to happen on  December.

Utanç





Steeve McQueen son zamanlarda en çok dikkat ettiğim yönetmenlerden biri oldu. Hunger ile yakaladığı kendine has stili… ve oyuncu Fassbender’i kendi duygu ve düşüncelerinde imgelediği karakter biçimiyle yoğurup tekrar açması bize McQueen filmi dedirtecek bir form çıkardı ortaya. Zira son filmi Shame ile artık iyiden iyiye beni sarsmaya başladı… sadece beni değil benim gibi düşünenleride eminim ki sarsmıştır. Hunger’la başlayan ve Shame ile daha çok acımasızca ilerleyen bu manifesto vari filmler bir cesaretin işi değil.. zaten olması gereken şeyleri tekrar sinemaya kazandırmanın işidir.

Yol




Arkana bakmak faydasız ... geri dönemezsin... önüne bakıyorsun puslu... bir yere gidiyor ama nereye belli değil. Gelmeyecek olduğunu bildiğin halde beklersin telefonu. Bir kez daha arkana bakarsın sonra önüne ... ayakların istemeden bir adım atar ... devam etmek zorunda olduğunu anlarsın .. hiç bir yol yoktur ki sonu olmasın ... iyi ya da kötü bitecektir bu yol ve girersin pusun içine ... soğuk pus sizi kapladığında sıcak bir el ararsınız tutmak için ... çırpınırsınız... yürümek eziyet haline gelir... dayanacak bir omuz ararsınız. Yürümek kadar konuşamamak yalnız yürümekte yormuştur sizi. Herkes yürür o yolu ama kör misali kimse görmez birbirini ... kimse kimseyi duymaz ya da duymak istemez.  Yorulduğunuzu haykıracak bir surat ararsınız sesinin dağlarda yankılanır ama cevap gelmez. Tik tak'ları duyarsınız yankılı uzaklardan gelen ... zaman görecelidir size göre ... bazen çabuk geçsin istersiniz bazen hiç geçmesin ... ama akıp gider zaman ... tik tak sesi sizi yolun sonuna doğru yaklaştırır işte. Dersiniz ki ben nereden geldim, girdim bu yola ... tekrar arkanıza bakarsınız ... bir anlam vermeye çalışırsınız ... öyle ya da böyle bitecektir bu yol girmişsinizdir çaresizce Tanrı'yı hissederek. Her adım sizi biraz daha yaşlandırır ... yürürken dayanamayanları, pes edenleri görürsünüz... "bu yol bitmeyecek ben bırakıyorum" diye isyan etmektedirler. Adım attıkça yaşlanıyor, direnciniz zayıflıyordur... pes edenleri gördükçe ... bedeniniz size daha ağır geliyordur. Ancak pes edenlerden olmak istemezcesine yürümektesinizdir bu yolu ... ama o aptal soruyu sorarsınız kendinize yine ... ya bu yolun sonunda hiç birşey yoksa ? Koskoca bir karanlık ve hiçlikten başka ... Sonra yine arkanıza bakarsınız ... geldiğiniz yeri göremeden ... belki bir hiçliğe uzanan yolda yürümeye devam edersiniz kumar oynarcasına. Sizi taşıyan hisleriniz olur... içinizdeki ses ise pusula.

Notalara Dökülen Hayat




Müzikle uzaktan yakından ilgisi bile olmayan çoğu insan Beethoven adını bilir.Müzik dehası bir yana bazı ilklere de imza atmış bu insanın hayatı acılarla geçmiştir.Fakat bir tanesi varki adına trajedi dersek yerinde olur herhalde.


1770-1827 yılları arasında yaşadı.Bonn'da doğdu ve viyana'da öldü.Onun büyük dehasını çok önceden gören Haydn onu Viyana'ya Mozat'ın yanına göndermek üzereyken Beethoven'in annesi ölmeseydi bu iki büyük deha birbirlerini görebileceklerdi.

Dünya'yı Vuran Melankoli



Poster - Melancholia - Melankoli - Lars von Trier - Analiz - Eleştiri

Lars von Trier 1956 doğumlu Danimarkalı ünlü bir yönetmen ve senarist. Pek çok filmiyle ses getirmeyi başarmış ve aynı zamanda muhalif düşünceli biri. Bir avant-garde sinemacı hiç bir şekilde gişe kaygısı olmayan, kurumsal sinemadan nefret eden... hatta ve hatta zamanında yapımcı belalarında kurtulmak için akım başlatan bir şahıs... ancak başlattığı dogma95 akımı yani sinemada %100 doğalcılık akımı endüstrileşen sinema teklonojisinin gelişmesi ve bu teklonojinin daha ucuza ters oranla daha iyi filmler çıkarabilmesine olanak sağlayınca bu akıma pekte sadık kalamadı.  Son zamanlarda varoluşsal veya ontolojik sıkıntılarını filmleriyle öne çıkaran bir film adamı. Şu sıralar cinsel sapkınlığı konu alan filmi Nymphomaniac'la uğraşmakta olup son filminde Melankoli'yi dünyaya vurdurmuştu peki ya derdi neydi ?




Martin Scorsese'nin yapımcılığında Kürt yönetmen Bahman Ghobadi’nin çekimlerinin bir bölümünü Türkiye’de gerçekleştirdiği, başrollerini Monica Belluci ve Behrouz Vossoughi’nin paylaştığı yapım, çekim sürecinde adından oldukça söz ettirmişti. Türk oyunculardan Beren Saat, Belçim Bilgin, Yılmaz Erdoğan, Caner Cindoruk’un rol aldığı film, İranlı ve Türk oyuncuları bir araya getiriyor.

Caner Cindoruk ise oyuncu Behrouz Vossoughi’nin canlandırdığı karakterini gençliğini oynarken Beren Saat’i ise Bellucci’nin kızı olarak seyredeceğiz.
 

Son dakikada izleme listeme koyduğum Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan'ın yönettiği bu masum film... bir şov değil gerçekçi sinemanın bir parçası. Hani ekonomik anlamda yerel sinemaya katkıda bulunanlardan değil de kültürel olarak yerel sinemaya yeni bir harman getiren stillerden bu da.. İki dil bir bavul gibi. İzlenmesi gerek.

 Basê Elbistan'da yalnız başına yaşar. Hayatındaki tek beklentisi büyük oğlu Hasan'ın evine dönüp herkes gibi bir hayat kurmasıdır. Eve gelen sessiz telefonların Hasan'dan geldiğine inanmaktadır. Aynı günlerde Diyarbakır'da yaşayan küçük oğlu Mehmet baba olacağının haberini alır. Yeni bir eve taşınır. Eşyaların arasında babasına gönderilmek üzere kaydedilmiş annesinin ve kendi çocukluk sesinin olduğu bir kaset bulur. Mehmet babasının kaydettiği kasetleri bulmak ve annesini Diyarbakır'da yaşamaya ikna etmek için Elbistan'a gider. Mehmet annesini Hasan'dan başka bir şey düşünmez halde bulduğunda yavaş yavaş onun dünyasına girmeye başlar. Base'nin yapmayı istediği tamiratları; bahçe işlerini yapar. Bir yandan da babasının gönderdiği kasetleri arar. Ancak Basê, geriye kalan kaset olmadığını söyleyerek Mehmet'i kasetlerin varlığından uzaklaştırmak istese de bunu başaramaz. Mehmet kasetleri ararken ailesiyle ilgili bilmediklerini öğrenmeye başlayacaktır.

Πάνος Πανάκος, Μουσική και Εικόνες

Here are the some interpretations by Dimitris T. who have a Greek Song Blog Site. His comments about the our work with Panos Panakos Greek Composer. You can read them below. And original link is here :http://sadsongswelove.blogspot.com/2011/12/blog-post.html







Dead Can Dance, yakın ve Ortaçağın karanlığında kalmış müziklere günümüzün ritm ve enstrümanlarıyla yeniden yaşam verdi. Grup, şarkılarında işlediği efsaneler, sembolik ve gotik temalarla ve Perry’nin elinde yeniden hayat bulan eski enstrümanları ile kimi zaman gothic rock kimi zaman da Ortadoğu’ya kayan melodileri kullanıyordu.

Gerrard ve Perry’nin atalarının müzik ve dillerine yeniden hayat verme çabası, şarkılarında İngilizce’nin dışında eski Katalan ve Breton dillerine de yer vermesiyle devam etti.

Lisa Gerrard, “kendi bilinçaltına güvenerek” atalarının müziklerine tamamen kendi duygularını kullanarak söylediği Kelt dilini çağrıştıran seslerle eşlik edip, bir nevi artık dillerini anlamadığı ve duyamadığı ataları ile yeniden bağlantı kurmaya çalışıyordu. Grubun en ünlü şarkılarından biri olan “Cantara” böylesi bir seslenişin ürünü… Perry isepastoral atalarına olan ve gittikçe de büyüyen ilgisini “Towards the Within” albümünde seslendirdiği “I Am Stretched On Your Grave (Senin Mezarına Serildim)” adlı şarkıyla anlatıyor:


“Senin mezarına serildim.

Ve sonsuza kadar orada kalacağım.

Ellerin ellerimde olduğu sürece,

Ayrılmayacağımızdan eminim.

Benim elma ağacım, aydınlığım…”


Grup ilk albümünü 1984 yılında aynı isimle çıkardı: “Dead Can Dance”. Perry bu isimle ilgili “Ölüleri dans ettiriyoruz, çünkü ölüye dirilik katmayı; diriye ölülük vermeyi düşündük grubu oluştururken” demişti. İlk önceleri çoğu müziksever deneysel bir müzik ile karşı karşıya olduklarını düşündü. Aslında bu Perry ve Gerrard için geçerli olabilirdi. Zira Perry klasik müzik eğitim görmüş sonra punk rock grupları ile çalışmış bir müzisyendi. Gerrard’ın durumu da çok farklı sayılmazdı. Fakat ikilinin yeni tarz denemesi Perry’nin olağanüstü kompozisyon yeteneği ve Gerrard’ın teatral vokal yeteneği ve zekası büyük bir başarıyla sonuçlandı. İlk albümde “A Passage in Time (Zamanda bir Geçit)”, “The Fatal Impact (Ölümcül Etki)” ve “Carnival of Light (Işık Karnavalı)” şarkıları büyük beğeni kazandı. Grup ilk albümleriyle belli bir elit müziksever kitleye ulaşmayı başardı.

Ancak DCD en büyük sükseyi “Within the Realm of a Dying Sun (Ölen Bir Güneşin Krallığında)” adlı üçüncü albümüyle yaptı. 1987’da yayınlanan albüm bir anda bağımsız müzik listelerinin zirvesine tırmandı. DCD’nin ünlü “Cantara” ve “Xavier” şarkıları ilk defa bu albümde yayınlandı. Bu albümde ayrıca sadece üç şarkının İngilizce sözleri vardı. Diğer şarkılar ise Lisa Gerrard’ın atalarının dilinde yani eski Kelt dili, Briton ve Gal dillerine benzer seslerin Orta ve Yakınçağ melodileriyle örtüşmesinden ibaretti. “Ölen bir Güneşin Krallığında” albümü ile DCD barok müziği çağrıştıran, mistik ancak anı zamanda romantik, modern bir karışıma imza attı.


Kaybolan seslere ulaşma


DCD 1988 yılında ise dördüncü albümünü yayınladı. Albümle ilgili en iyi yorum yine Perry ve Gerrard’dan geldi. “…dünyanın havadan görüntülerine bakarsanız, dev bir organizmaya, bir makro kozmosa benzer. Yaşam gücünün, suyun yılankavi bir biçimde yayıldığını görürsünüz. Bizim vizyonumuz yumurtanın etrafındaki yılankavi kucaklaşma yani dünyadan ibaret. Yine bu albümde sözünü ettiğimiz temaları işleyerek Avrupa müziğinin ilk periyodunu yansıtmaya çalıştık.”

1990 yılında grup erken Rönesans döneminin müziklerini yansıtmaya çalıştığı albümü Aion’u çıkardı. Albümde yer alan “Saltarello”, “Mephisto” ve “The Song of the Sibyl (Sibyl’nin şarkısı)” DCD’nin klasikleri arasına girdi. DCD albümdeki bazı şarkılar için Rönesans döneminde kullanılan müzik aletlerini yeniden yaptırdı.

1993 yılında DCD yeni albümleri “Into the Labyrinth (Labirentin İçine Doğru)”’yu yayınladı. Perry albümün ön çalışmalarını Kuzey İrlanda’da bir adada, Gerrard ise Avustralya’da Snow River dağlarında hazırladı. İkili bir araya gelerek albümü üç ayda hazırladı. Bu süreç içerisinde Perry atalarının primitif müziklerini araştırmayı derinleştirmiş, Gerrard ise eski dönem vokalleri üzerinde uzun uzun çalışma fırsatı bulmuştu. Sonuçta “İrlanda’nın asırlık ormanlarına düşen yağmurun sesi” Perry ve Gerrard’ın müzikal dehaları ile birleşmiş ve DCD tam anlamıyla karakterini kazanmıştı.

Bundan sonraki senelerde peş peşe çıkan albümler çok büyük yankılar uyandırmadı. “Toward the Within, Spiritchaser” dönemlerinin önemli albümleri olmuştur.

2012 Grup 2011 sonunda uzun bir aradan sonra çıkaracağı yeni albümü “Anastasis”’i duyurdu. Bu albüm çerçevesinde dünya turuna başladı. 9 Ağustos 2012’den Kanada’da başlayarak 28 Kasım 2012’de İrlanda’da sona erecek pek çok konser vermeye karar verdi. Türkiye konseri 19 Eylül 2012 gerçekleşecektir.

"Cold" Short Film English Subtitle Full Version

When everything has done and memories have gone, silence comes. Broken up couple experiences weird and silence moments in Cold days.

Short Film By : Bahadır Karasu
Produced By : Nejat Nural
Story By : Bahadır Karasu
Original Music By : Panos Panakos

Starring

Abdullah Karaduman
Esra Gezginci
Siyamek Rahimi

Special Thanks Goes To...

Yaşar Kurt
Ekrem Doydu
Şahin Kapkın

Current Festivals

Atıf Yılmaz Short Film Contest 2012
Sinemardin Shortfilm Festival 2012

Connections

http://www.piranafilm.com
http://bahadirkarasu.posterous.com
http://www.reverbnation.com/panospanakos

Nothing To Lose !

Farkındayız aslında herşeyin… bir çok şeyin. Sadece görmezden geliyor insan… yaşamın ta kendisini…aptallığı, sahtekarlığı, sahteliği..çünkü korkuyor kendinden insan..yaptığı yanlışlardan… geçmişinden korktuğu gibi geleceğindende korkuyor… çünkü sahteleşiyor gittikçe herşey.. sadece objeler değil.. insanlar, duygular, söylemler.. herşey sahteleşiyor.. haliye korkuyor insan neden korkuyor… herşeyin sahtesi sorgulanabileceği gibi sahte bir dünya nasıl sorgulansın… bir bilinmezin içine dalıyor insan. Kendi tabiriyle cinsel ilişkiyle bulaşan ölümcül bir hastalıktır diyor yaşam. Madem geldik yaşayalım…esasında yaşamdan korkmuyor insan… yaşamdan sıkılmıyor. Bilemiyor ki gerçek nedir ? Sahtelikten korkuyor insan… sahte benliklerden,sahte hislerden,sahte yaşamlardan…samanlıkta iğne arar gibi arıyor kendi benliğini. Bazen o sahtelik o kadar üsteliyor ki… bunalıyor takıyor kulaklığı soyutluyor kendini…işte diyor sahten olmayan tek bir yer varsa o da gözümü kapattığım sırada hissetiğim hislerdir diyor.. insan uykuyu o yüzden sevmiyormu…sahtelikten bir nevide olsa soyutlama…ama kim sahte yapıyor o dünyayı… kimler sahteleştiriyor ? Sormayın hiç cevap heryerde ama kimse veremez… çünkü korkuyoruz biz… bir diğer dünyadan korkuyoruz… bir diğer bizden korkuyoruz…sadece tüneldeki bu yolculuğun sonunu bekliyoruz… peki ben n’apıyorum ? Bende aranızda kamerayla aptalca dolaşıyorum… belkide en amaçsızca şeyi ben yapıyorum… sahte bir kamerayla sahteliği sorgulamak. Ben bu yolculukta sahtenin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Eğer bir zaman duygular, hisler, söylemler gerçek olursa başlayınca ben de orada olacağım umarım… zaten gerçekmiydi…sağlık olsun…çünkü benim kaybedecek bir şeyim yok.

Tumblr_m10jkktv4p1qbxpeso1_r1_500

"Stavros Tornes Manifestosundan"

Sinema gerçeklik ve düşünülemez, hayal gücü ve imkansız arasındaki yaklaşma/uzlaşma noktasıdır. Sinema bu vaattir: Hayal edilemeze ulaşmak, beklenmediğe karşı cesaret. "Stavros Tornes Manifestosundan"
427994_389542721073053_142869742407020_1403002_283641059_n

25. Kare

 The Fight Club'la başlayalım.

Niçin bu film? Bir kere adına bakarak bunun bir dövüş filmi olduğunu zannetmeyin.

“Gün gelir sahip olduklarınız, size sahip olmaya başlar!” sloganı ile Modern insanın tüketim merkezli hayat tarzını sorgulayan ve aynı zamanda şizofren (çift-kişilikli) bir şahsiyeti anlatan bir filmdir dövüş kulübü.

Edward Norton ve Brad Pitt’in başrollerini paylaştığı ve David Fincher’in yönettiği bu film, 2000 yılında Empire Ödülü (İngiltere), 2001’de En iyi DVD, en iyi DVD anlatımı, en iyi DVD özel içerikleri ödülünü almıştı. 2005 yılında Total Film magazin ödüllerinde (UK) “Dünyanın bu güne kadar gelmiş geçmiş en iyi film ödülüne layık görülmüştü.

Gerçekten çok etkileyici bir filmdir. Moderniteye karşı çıkarak :

“Gün gelir sahip olduklarınız, size sahip olmaya başlar”
“Her şeyi kontrol etmeyi bırak ve rahat ol…”
“Nefret ettiğiniz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyorsunuz.”
“Seyrettiğiniz reklâmlar yüzünden araba ve kıyafet değiştiriyorsunuz.”
“Sizler paranız kadar iyisiniz.”
“Siz işiniz değilsiniz…”
“Bindiğiniz araba değilsiniz.”
“Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz” diyordu.



Şimdi, “Dünyanın bu güne kadar gelmiş geçmiş en iyi film öülü”ne lâyık görülen bu filmdeki 25. kareleri yakalayabilmek ve filmdeki her saniyeyi kare kare izleyebilmek için önce ;

1. Filmi bilgisayarınıza kaydedin.
2. Mediaplayer ile izlerken film sahnelerini 1/16 “Slow / yavaş” izleme modunda.
3. “klcodec” ile izlerken alttaki ok işaretlerinden “Decrease Speed”e üç kez tıklayıp filmi en yavaş haline getirmeniz gerekmektedir. Böylece her saniyeyi yaklaşık 5 saniyede izleyecek ve her kareyi tek-tek yakalayabileceksiniz.




Bilinçaltını etkilemeyi hedefleyen mesajlara “subliminal” adı verilir. Genel olarak “bilinçaltına yönelik gizli mesajlar olarak ifade edebiliriz. Kişinin bilinçaltına ‘’subliminal’’ mesaj göndermenin birçok yolu bulunuyor.

Bunlardan en çok kullanılanları :

1. Dijital ses dosyalarına gizlenen işitsel yolları.


2. Gözle algılanamayacak kadar kısa süreyle ve sık patlayan flaşlar şeklinde sinema ya da televizyon görüntüsü yoluyla bilinçaltına itilen 25. kareler.

3. Reklam afişleri, logoları ve benzeri nitelikteki görsel malzemenin içine saklanmış şekil, kelime ve rakamlar.

Bu yöntem, bir ürünün reklâmını yapmaktan, bir inancın ya da görüşün propagandasını yapmaya kadar varan geniş bir yelpazede kullanılmaktadır. Görsel ve işitsel olarak (bilinçli) algılananlar değil; bilinçaltı seviyesinde algılanan söz, resim, görüntü ve şekillerden oluşur.

Bunlardan en çok kullanılan Dijital ses dosyalarına gizlenen ses mesajlardır. Üzerinde oynanabilirliği ve işlenilmesi ve yayılması daha kolay olduğundan MP3 dosyaları gizli mesaj için biçilmiş kaftandır diyebiliriz. Peki, sistem nasıl işliyor?

İnsan kulağı sadece belirli frekans aralıklarındaki sesleri duyabilir. Eğer siz bir müzik parçasını rahatça duyabiliyorsanız, bu sizin duyabileceğiniz frekans aralığında olduğunu gösterir. İnsan beyninin algısı ise, bundan daha düşük ya da daha yüksek frekansları algılayabilecek kapasitededir. Dikkat ediniz : “duyabilecek” demiyoruz, algılayabilecek diyoruz.

Yani, kulağımız ancak belirli bir frekans aralığındaki sesleri duyabilir. Fakat beynimiz bu aralığın çok daha ötesindeki sesleri algılar, hisseder.

Bilinçaltı ve bilinçaltının özelliklerini anlattığımız zaman, ne demek istediğimizi çok daha iyi anlayacaksınız. Ancak şimdi öncelikli olarak bu subliminal mesajların neler olduğunu ve nasıl işlendiğini sizlere göstermemiz gerekiyor.

8-12 hertz dalga boyundaki subliminal mesaj içeren bir MP3′ü kulağınızla dinlersiniz, ancak içindeki gizli mesajı beyniniz dinler. Bu esnada kulağınız hiçbir şey duymaz. İnternette ve paylaşım programlarında bilinçaltı mesajları içeren MP3 dosyaları bulunmaktadır. Hatta bu gizli mesajları frekans aralıklarına göre analiz ederek ortaya çıkartan yazılımlar dahi vardır.

25. KARE

Kişinin bilinçaltına subliminal mesaj göndermenin birçok yolu olduğunu söylemiştik. İşte bunlardan bir diğeri de 25. kare tekniğidir. Peki, nedir bu 25. kare?

Gördüğümüz bir anlık görüntü, 655 satır ve frame/çerçeve denilen 24 küçücük kareden oluşur. Sinema bandında, saat, dakika, saniye olarak bir diziliş vardır. Saniyeden sonra kare gelir ve bir saniye 24 karedir. Her 24 kare ise bir ekran büyüklüğündeki kareyi oluşturur. Her 327.5 satırda bir de "control-track" denilen aralık vardır. İşte bu aralıktaki görüntüler kesilip, aralarına başka görüntüler atılarak 25. kare oluşturulur ve bu son kare olan 25inci kare anlıktır. Yani görüntü saniyede 1/24 olacakken, bu 1/25'e çıkar. Kareler 25 olunca bir anda bir görüntü gelir ve anında kaybolur. Genellikle görünmez, daha doğrusu görülür ama bilinçaltında kalır.

25. karenin temel mantığı da mesajı bilinç-altına göndermek olduğu için, artık dünya sinema sanayisinde bu tekniği kullanmayan yok gibidir. Yani sizler evlerinizde rahat koltuklarınıza oturup herhangi bir televizyon kanalındaki herhangi bir dizi/ film ya da bir belgeseli seyrederken aynı zamanda 25. karelerle bilinçaltınıza gönderilen mesajlara/ telkinlere/ saldırılara maruz kalabiliyorsunuz.

Göz bunları görmüyor ama saniyenin üç binde biri gibi bir zaman aralığında bu görüntü bilinçaltına ulaşıyor. Bu gizli mesajlar sayesinde, o reklâmı, diziyi, filmi ya da herhangi bir resmi hazırlayan kişi/ yapımcı/ yönetmen kendi hedefine, niyetine ve ideolojisine göre vermek istediği mesajı 25. karelerle bilinçaltına göndermiş oluyor.


PEKİ, GÖREMEDİĞİMİZ HALDE NASIL ETKİLENİYORUZ BU 25. KARELERDEN?

Bu adamlar zaten açıktan açığa bu işi yapıyorlar. Filmlerle, reklamlarla her türlü mesajı veriyorlar. Buna rağmen niçin böyle gizli bir kare uyguluyorlar?

Cevabı çok basit; Çünkü gördüğümüz zaman bu kadar etkili olmuyor. Çünkü kişi, bilinçli bir tercih ile gördüklerini veya duyduklarını ya reddediyor ya da kabul ediyor. Çünkü baştan önüne seçenek olarak getirilmiş oluyor.

Fakat bu, öyle bir şey ki insan onu görmüyor, duymuyor ve hissedemiyor, yani bizlerin algı frekanslarımızın tamamen altında veya üstünde yer alıyor. Böyle bir şeyi kabul yahut reddetme gibi bir olanağımız var mı? Elbette hayır.

İşte 25. karenin ve subliminal reklamların temel mantığı budur! Hedefteki kitlenin bilinçli tercih hakkını gasp ederek, onları gizlice zehirlemek!

Bu işi yapanlar insanı ve insanın yaratılışını çok iyi biliyorlar. 1900’lü yıllara kadar uzanan bir geçmişi var bu tür çalışmaların. Psikolog ve psikanalistlerin insanla ilgili uyguladıkları, gözlemledikleri ve deneylerle ortaya koydukları bilgi ve bulgulardan yola çıkarak “İnsanı nasıl etkileyebiliriz” sorusuna cevap aradılar. İlk başta ticari hedefler ve büyük şirketlerin mallarını halka pazarlamanın bir yolu olarak gördüler bu bilinçaltı telkinleri. Daha sonra ise bu taktiği öğrenen her kişi ve her yapımcı kendi niyet, inanç ve ideolojisine göre vermek istediği mesajları bu yolla insanlara zerk etmeye başladılar.

25. KARE NE ZAMAN VE NASIL ORTAYA ÇIKMIŞTIR?

Bilinçaltının bütün görüntü, ses ve resimleri kaydetme özelliği 1900’lü yıllardan beri insanları yönlendirmek için kullanılmaktadır.

1900’lü yıllarda Knight Dunlap adında Amerikalı bir psikoloji profesörü gözbağcılık gösterisi yaparken bilinç gücüyle algılanmayan “hissedilemez gölgeler” kullanarak aynı uzunluktaki 2 çizgiyi seyircilerin farklı ölçülerde algılamasını sağlamıştı.

İşte buradan hareketle bilinç-altını hedef alarak mesaj göndermeyi hedefleyen ve adına subliminal mesajlar denen bu tür reklamlar ilk kez 1950'li yıllarda Amerika'da ortaya çıktı.

James Vicary adlı reklamcılık uzmanı, sinema salonlarında yaptığı bir deney sonucu patlamış mısır ve kola satışlarının arttığını iddia etti. Bu deneyde film perdede oynarken, saliselik görüntüler hâlinde gözle görülemeyen gizli kareler ve gizli mesajlarda : “patlamış mısır ye” ve “kola iç” sloganları çıkıyordu. Seyirci bu sloganları bilinçle algılayamadığı hâlde, bilinçaltına hitap eden bu sloganlar neticesinde kola satışlarının yüzde 18.1, patlamış mısır satışlarının ise yüzde 57.7 arttığı görüldü.

Bu şekilde, bilinç-altına yönelmenin reklamın etkinliğini artırmada daha işlevsel olduğu görülmüştür. İşte o gün bugündür uygulanan 25. kareler sadece bir insanı ya da bir topluluğu değil; bütün insanlığı tehdit etmektedir.

Bir grup psikolog ve yazar bu konunun gündeme geldiği ilk yıllarda bu yöntemin uydurma ve efsane olduğunu ve insanları etkilemeyeceğini söylediler. Ancak, beyin dalgalarını ölçen teknolojilerin gelişmesi ile gizli mesaj içeren reklama beynin daha farklı ve fazla tepki verdiği gözlemlendikten sonra, bu yöntemin etkisi ispatlanmış oldu.

Cold OST - Avoiding Reality



Soğuk adlı kısa filmime orjinal besteleme yapan Panos Panakos'un filmdeki orjinal çalışmalarından biri.

Tanrı'nın Sineması - 1




Hepimiz biliriz yaratılış hikayesini, hani kutsal kitaplarda yazar ya... ama açıpta okumamışızdır bir kere, kulaktan kulağa bir şehir efsanesi olarak yayılmıştır. Çok küçükken Adem ile Havva kazınmıştır artık kulağımıza, biliriz ki ilk insanlardır ama işin aslını daha bilmeyiz. Bir masal gibi anlatılmıştır bize... ama bilinmez ki kırmızı başlıklı kızdan tutun biz erkeklerin çok sevdiği pinokyo öyle bildiğimiz hikayeler ve masallar değillerdir... çok derinlerde bir yerlerde anahtar vardır o anahtar zaten bulunmuştur ve masallar içindeki anahtarlar saklanarak anlatılmıştır bize... çok hoş hikayeler diye sevmişizdir küçükken, bilinç altımıza işlenmiştir bir kere. Adem ile Havva'nın hikayeside öyle hani... aklımızda olanlar elma,yılan(şeytan),ve Tanrı. Bu üçü arasında geçen masal gibi ama pişmanlık dolu bir hikaye. Hiçbir şey var olmadan önce Tanrı vardır diyoruz... kara olmadan boşlukta olan suyun üzerinde uçan bir kutsal yüce. Hayal edemeyeceğimiz biçimde kara bir boşluk... elbette ki herşeyi yapabilen Tanrı, gücüne akıl sır erdiremeyeceğimiz Tanrı demiştir ki ; Tek başıma bu kadar güçlü olsam ne olacak acaba... bana bir şeyler lazım.. ki benim Tanrı'lığımı onlar onaylasın... hani Tanrı iken zaten Tanrı olayım tek başına Tanrı zaten Tanrı değildir değil mi ? Neyse efendim Tanrı diyor ki ; Işık olsun karanlık aydınlansın ışık oluyor... kara olsun diyor kara oluyor... bu kara üstünde çeşit çeşit canlılar olsun diyor hayvanlar ve bitkiler oluyor...suyun içinde envai çeşit yaratıklar olsun diyor deniz canlıları oluyor... herneyse bütün bunlar oluyor... birşey eksik ama.. elbette ki bu kadar canlının arasında bu canlılara hükmedecek bir üstün varlık daha lazım diyor.. ve insanı yaratıyor... bu varlık öyle yüce olsun ki benim suretimde olsun dünyayı ona hediye edeyim diyor. Ve Tanrı Adem'i yaratıyor.. güneşi yaratıyor gezegenleri yaratıyor... akşam oluyor gece oluyor 6 gün yoğun geçen günlerin ardından 7.gün dinlenmeye karar veriyor. Neyse efendim Tanrı, Adem'i yarattıktan sonra ona yaşam gücü vermek adına kendi nefesinden üfleyerek can veriyor.. Adem canlanıyor tanrının cennettinde...ama yok Adem günler geçiriyor bir şey eksik arkadaş... bu adamın canı sıkılıyor... Tanrı görüyor ki birşeyler yolunda gitmiyor. Tanrı düşünmeye koyuluyor... Adem ise hayvanlar arasında kendine eş arıyor... ve Tanrı o an düşünüyor "buldum.!".



 Tanrı, Adem'den bir parça alarak ona bir eş yaratmaya koyuluyor, neyse yapıyor birşeyler Adem'e sunuyor... ama o da ne Adem surat büküyor... Adem'e benzeyen bir dişi var karşısında ama beğenmemiş Tanrı'da diyor ki haklısın ben de beğenmedim, neyse efendim tekrar birşeyler yapmaya koyuluyor. Ve Lilith'i yaratıyor. Lilith ve Adem Tanrı'nın bahçesinde hayatlarına devam ediyorlar... ama aralarında bir husumet oluyor... Kavga ediyorlar.. cinsel ilişki sırasında kim kimin üstünde olacak kim altta kalacak falan efendim. Bir uzlaşma olmuyor tabi ki. Herneyse bu sırada Şeytan dediğimiz o hepimizin kafasında korku yaratan o canlıya gelirse sıra, Tanrı, melekleri eşliğinde Lilith'i yaratırken aynı zamanda Lilith'e dair söylüyor ki ; Hepiniz beni çok seviyorsunuz ve bana tapıyorsunuz... işte benim suretimde olan bu varlığada tapacaksınız diye Adem'i gösteriyor. Herneyse işler burada karışıyor işte, Lilith surat ekşitiyor, Şeytan o zaman şeytan değil bir melek çok sert çıkıyor... Tanrı huzurunda diyor ki şeytan ; " Ben seni öyle seviyorum ki !! Sana bakmaya kıyamıyorum ki nasıl benden sana benzeyen birini sevmemi beklersin ? Ben senden başka kimseyi sevemem !" diyerekten Tanrı'nın bu isteğini yerine getirmeyi ret ediyor. Efendim Tanrı bunun üzerine diyor ki ; " Olmaz öyle şey ! Eğer beni gerçekten çok seviyorsan isteklerimide yerine getireceksin yoksa seni edebiyen azaba gönderirim !" Efendim bunun üzerine Şeytan yine nuh diyor peygamber demiyor.. Tanrı'ya tekrardan " Ben sende başka kimseye diz çökemem ve sevemem !" Efendim Tanrı'nın siniri bozuluyor tabi..ve " Peki o halde... seni meleğim olmaktan çıkararak edebiyen azaba gönderiyorum !" diyor. Şeytan Tanrı'ya bunun üzerine şunu söylüyor " Bana bir şans ver ki... sana bu tapmamı istediğin varlığın gerçekten sevilmeye değmeyecek olduğunu göstereyim.. izin ver onlarla yaşayayım." Tanrı şöyle bir düşünüyor tabi, sonra karar veriyor tamam diyor. Lilith'le Şeytan'ı Cennettine indiriyor eş zamanlı olarak. Adem ile Lilith bu musubetleri yaşarken tabi Şeytan kurnazlıklar düşünmezmi. Herneyse zaten Lilith baştan beri Adem'in üstünlüğünü kabul etmeyerekten sürekli tartışma içerisine giriyor. Adem bir gün Tanrı'ya şikayete gidiyor.

 " Yahu Tanrım senin bu bana yarattığın eş.. sürekli kavga ediyor benle, dediklerimin hiç birisini kabul etmiyor. Bunun üzerine Tanrı hiddetlenerek " Olmaz öyle şey !!" derken Lillith'i huzuruna çağırıyor ama o da ne Lilith ortalarda yok... Şeytan aldı götürdü deriz ya işte belki ordan gelmedir. Lilith ve Adem efsane hikayesinin doğruluğunu ve yanlışlığını ben bilemem ancak Zohar yani Musevi Kabbalası'nın yorumlarında Lilith ile ilgili muhtemelen daha eskilere yönelik göndermeler vardır.



İsterseniz efsaneye bir göz atalım:
''Tanrı Adem'i yarattıktan sonra onun yalnız olduğunu gördü ve adamın yalnız olmasının iyi olmadığına karar verdi. Tanrı Adem için topraktan bir kadın yarattı ve ona Lilith adını verdi, ama Adem ve Lilith kavga etmeye başladılar. Lilith Adem'le yatmak istemiyor, birleştiklerinde hep üstüne çıkmasına karşı çıkıyor ve kendisinin de Adem gibi topraktan yaratıldığını yani eşit olduklarını söylüyordu. Anlaşmazlık sürdü gitti, ta ki Lilith Tanrı'nın kutsal isimlerinden birini kullanıp göğe uçuncaya kadar. Adem Tanrı'ya dua etti ve kadının kendisini terk ettiğini söyledi. Tanrı üç meleği görevlendirerek Lilith'i geri getirmelerini geri dönmezse hergün yüz çocuğunun öleceğini söylemelerini emretti. Ama Lilith geri dönmek istemedi. Tanrının adına yemin ederek meleklere onların adı ya da şekilleri yazılı muskaları taşıyan çocuklar koruya- cağını söyledi.O günden beri Lilith meleklerin isimlerini gördüğünde yeminini hatırlar ve küçük çocukları korur

Efsanenin bir diğer versiyonu ise şöyle;

Tanrı Adem adını vediği ilk insana yaşayan her canlının adını öğretir, ve dişi, erkek olarak iki cins olduklarını gösterir. Adem birer çift olan canlıların birbirlerine duyduğu aşkı kıskanmaya başlar ve Tanrı'ya bu haksızlığı gidermesi için yalvarır. Tanrı ilk kadın Lilith'i yaratır. Onu da Adem gibi oluşturur ama bu kez saf toprak yerine Adem'de arta kalan tortuları kullanmıştır. Adem ile Lilith hiç bir zaman barış içinde olmamıştır. Adem ne zaman Lilith'le yatmak istese reddedilmiştir. Çünkü Lilith yere uzanmak istemez ve ''Niçin seninle yatmalıyım? Ben de topraktan yaratıldım ve seninle eşitim'' der. Adem ona zor kullanınca da öfkeyle karşı koyar veTanrının adını kullanarak göğe yükselip onu terkeder. Melekler Lilith'e gecikmeden Adem'e geri dönmesini söylerler. Lilith ise;''Tanrı beni yeni doğmuş çocuklara yaşam vermekle görevlendirdi. Yemin ederim onları esirgeceğim''der. Lilith'in sözü kabul edilir.

Evet arkadaşlar bu hikaye sürüp gidiyor aslen... daha devam edeceğiniz ama şu ana kadar olan tesiri söyleyim şu ana kadar görebildiğimiz günümüzdede süregelen ve tamamiyle çözümlemesi imkansız olan Erkek ve Dişi ikilemi ve aralarındaki husumet. Bu hikaye okuyanı hem rahatsız ediyor hem de tatlı bir tebessümle okutuyor çünkü küçükken bizlere okunulan ve anlatılan masallar gibi... tatlı geliyor.. ama masalın içindeki anahtarı o ufacık beyinlerle nasıl bulacağız değil mi ? Neyse jeton paraşütle düştü misali.. konuya devam edersek Havva'yı Adem'in yanına getirmeden önce bu konularla başlamamın nedenini şöyle açıklayım sizlere ; Herşeyin kaynağı bu, herşeyin başlangıcı bu... bir husumet... cennetten kovulan biz ! İnsan dertli olmasa... neden karamsar şekiller yapsın ? Konuya en başından başlamayacağım da nerden başlayacağım değil mi ? Tam tersi yine insan mutlu olsa mutluluğunu niye şekillere vurmasın ? Ama olamıyor işte baştan süregelen bir husumet var. Her neyse... bu hikaye şu anlık bana günümüzde çok değer verdiğim sinemayı gerçekten tam anlamıyla idrak eden Danimarka'lı yönetmen üstat Lars Von Trier'in sözünü hatırlatıyor bana. ne demiş üstat


" Bir film, ayakkabının içindeki taş gibi olmalıdır".


Yahu üstat öyle açıklamış ki 3 kalıba sığdırmış koskoca sinemayı... ne diyor burada ? Bir yolda gidiyorsunuz ayakkabınızın içine taş girmiş ulan aceleniz de var şimdi.. ayakkabıyı çıkarıp çıkaramıyorsunuz da taşı... üstelik etrafta kalabalık insanlar ne yapıyor bu diye bakacak... ama efendim neyse yürüyorsunuz taş elbette ayağınıza batıyor falan acıtıyor.. ama taş içinde oynuyor ayakkabının bazende ayağınızın altından çıkıyor rahatlıyorsunuz bir süre falan ama yürüdükçe ayakkabı içinde oynuyor taş tabi. İşte böyle bir filmde mutlu olabildiğiniz kadar rahatsızda olmanız gerek diyor üstat.. çünkü kaçınılmaz bir gerçek olan mutsuzluk ve rahatsızlıktan ne kadar kaçarız ne kadar sırt döneriz ! Efendim ki bu adam Antichrist filmiyle dünya ile alay etmiş.. aslında meselenin kaynağına dönmüş modern bir Adem ve Havva konsepti işlemiş, aslında AntriChrist'in yani şeytanın bizim kafamızda kurguladığımız ateşler arasında olan zebani tarzı birşey değilde, Kadının ta kendisi olarak tasfir etmiş. Her neyse efendim bu yaratılış hikayelerinden yola çıkarak görüyoruz ki günümüzde bir çok sanat öğesi ne barındırıyor ? Dinlediğimiz müzikler, okuduğumuz şiirler.. izlediğiniz filmler... ne ile alakalı... %95, Aşk ve Kadın dersiniz değil mi çünkü kaynak o... karşıt cinsleri ortadan kaldırın ve öyle bir dünya düşünün... düşünemezsiniz... olsa dert olmasa dert.. çıkış yok. Ama efendim demeyin bana işte zorlu şartlar altında çalışan insanlara, askerlere falanda yazılan şiirler var illa karşı cinse yazılması gerekmiyor ya da aşk konulu olmayan filmlerde var. Ama bakın ne diyorum... kaynak bu.. yaranın ta kendisi o.. yara zamanla tedavi edilememiş ve tüm vücuda yayılmış efendim şimdi mikrobun kaynağını bulamıyorsunuz. Biz artık rahatsız olmalıyız... izlemeyin mutlu sonla biten filmleri... koskoca yalanlar çünkü onlar.. insanın kendini yalandan tatmin etmesi... biz Tanrı'nın Sinemasını idrak etmeliyiz... en kısacası bir yönetmen'in bir sanatçının işi o olmalı. Duygular dışa vurulmadıkça...içeride bizi yavaşça öldürecektir. Ama gelin görün ki bizim bildiğimiz Sinema şu an Tanrı'nın sineması değil de yine Şeytan'ın secde etmeyi ret ettiği insan sayesinde manipule olmuş biçimde tıpkı dünyanın ta kendisi gibi... niye Şeytan'a suç atarız ki...Tanrı'yı bizden daha çok seven Şeytan'a İnsan şeytan'dan daha tehlikeli olduğunu çoktan kanıtladı ve şeytan haklı çıktı. Ama var işte hala var.. Tanrı'nın Sinemasını idrak eden. Size şunu söylemeleyim ki şahsi mesele olsada Tanrı'nın Sineması benim için dinden daha da öte zira yine insandır Tanrı'nın dinlerini bozan... şeytan değil ?! Erma Bombeck Amerikalı gazeteci ve mizah yazarı bir kere demiş ki ; 

"Tanrı'nın huzuruna çıktığımda umarım ki en ufak bir yeteneğimi dünyada bırakmamış halde ve ona " Bana verdiğin herşeyi kullandım" diyebilirim."


 Elbette ki sinema dünyaya çok çabuk hızlı bir şekilde yayılan hitap etme tarzı olarak çok yaygınlaştı bu da sinemanın esas anlamının kaymasına yol açıyor... insanlar şunu bilmiyor bence, eline her kamerayı alan aslında çok kutsal bir şey yapacak ama... esas amacını biliyor mu ? orası muamma... Tanrı'nın Sineması devam edecek elbette. Biz yalan dünyalarda yaşamadıkça.



Ölümcül Derecede Kısa Film Manifestosu

* Kısa filmler, konulu filmler için veya televizyona çıkmak için yapılmış birer kartvizit olarak kullanılmamalıdır.
* Kısa filmler, yönetmenin sinematografi veya düzenlemedeki yeteneğini ispatlama amaçlı, teknik becerinin vitrini olmamalıdır.
* Kısa filmler için uygun süre koşulu olmamalıdır. Gerekirse bir kaç saniye uzun ve az olabilmelidirler.
* Kısa filmlerin, son dakika dönüşüyle her şeyi sonuca bağlayan sınırlı bir sonu olmamalıdır, ama tanıtma yazısı dönmeye başladığında devam edecekmiş hissi vermelidir.
* Ksa filmler, izleyiciyi düşünerek yapılmamalıdır veya izleyicinin son dakikada bir olay olmasını veya mutlu sonla bitmesini isteyeceğine inanılmamalıdır.
* Kısa filmler türlerle sınırlanmamalıdır.
* Kısa filmler çalar saatin susması ve ana karakterin aydınlık bir odada uyanmasıyla başlamamalıdır.
* Kısa filmler sadece ve sadece yönetmen için yapılmalıdır, potansiyel izleyicilerin etkisi altında kalmamalıdır. Bu yönetmen adına mutlak dürüstlüğü ispatlayacaktır.

Philip Ilson



Modern Fetih !!!




Çocukluğumdan beri filmlerle haşır neşir olan bir adamım. Açıkçası epik bir savaş filmini Yüzüklerin Efendisi üçlemesiyle tanıdım. O filmden önce Tolkien'in böyle bir üçleme yaptığını bilmiyordum aslında kitapları görmüştüm ama filmle bir bağlantısı olabileceğini düşünmemiştim çocukluk işte. Herneyse 2000'li yıllarda global sinema olarak oldukça düşüşe geçti sinema dünyası. 60 lı yıllarda Ben-Hur gibi şaheserin varlığını sayarsak 2000'den sonra Gladiator,Truva,Cenettin Krallığı gibi filmlerle coştuk. Amerikanların kurgusal veya kurgusal olmasada abarta abarta kurgusaldan bir farkı kalmayan sahte tarihsel filmleri izleyerek büyüdük biz. Çok ta memnun oluyorduk aslında. Tarih dedik....tarih demek gerçeklik demekti. Tarih'e kimler geçerdi peki önemli olaylar, harpler, kumandanlar... akıl dışı insanlar, cesur insanlar. Tarih'e baktığımızda dünyanın %75'ne yakın hükmeden bir imparatorluğun gerçekleri ortadaydı insan büyüdükçe kendi kendine düşündü... yahu biz niye bir Çanakkale Savaşı ve en önemlisi İstanbul'un Fethi'ni sinemaya aktaramıyoruz. Bu sorulara bir çok cevap vardı sadece ve sadece yerel sinema değil, global sinemayı ilgilendiren cevaplardı aslında. Kısaca üstünden geçecek olursak Kapitalizm'in altın tozu dediğimiz olayın ta kendisiydi.. Sinema dediğimiz olay gerçekleri veya kişiye göre değişebilecek gerçekleri soyut olayları,duyguları,hisleri bir şekle dönüştürme harekete geçirme fiili dedik. Sanatçı yaptığı eylemle kendi kendini tatmin eder dedik. Gelin görün ki 7.Sanat dediğimiz sinema da daha fazla direnemedi ve dünya düzenine ayak uydurmaya başladı.. popüler kültür.. izleyicilerin zevk alacağı.. duygularını daha iyi tatmin edebileceği filmler artık kol geziyordu.. sanat elementleri gerekirse yok sayılıyor sinemanın kapitalist babaları yapımcılar her türlü müdaheleden çekinmiyorlardı. Zira Holywood yönetmenleri bile bu sistemde kişilik bölünmesi yaşadıklarını milleti eğlendirmek ya da ağlatmak için mi film yapacağız yoksa kendimiz için mi gerçeğinin arasında kaldıklarını her defasında dile getirdiler. Tek şikayetleri filmlere müdahele edilmesiydi. Çünkü tonla paralar dökülen filmlerde yapımcılar Box Office'da kaybetmeyi göze alamaz en azından harcadığı miktarı kurtarmaya bakarlardı. Bu yaptırıma rağmen 90 lı yıllarda  parasızlıktan önleri tamamen kesilmeye başlanan yönetmenler isyan noktasına geldi... sinema akımları başlattı manifestolar yazdı ama neticede kazanan yine "Para" idi. Türkiye'de durum farklı değildi her ne kadar avrupa'da tek tük sanatsal filmlere rastlasakta Türkiye hala sinemasal kimliğini bulamayan bir ülke konumundaydı. Filmler sadece ticaret aracı kullanılıyor esas amacı olan kişinin dünya görüşü, hislerini ve duygularını 4-5 kıtaya birden yaymak maksatı ile değil. Onlardan biri de Recep İvedik 3 lemesinin ta kendisiydi. Faruk Aksoy'a ilk filmin gişe başarısı o kadar tatlı geldi ki art arda diğer 2'sini patlattı ve küçük bir ikramiye sahibi oldu. Bilemezdik ki Faruk Aksoy bu paralarla bu kadar ciddi bir şey düşünecek.. Recep İvedi'ği yapanlarada ve yaptıranlarada küfürler sallıyorduk. Zira Faruk Aksoy Fetih 1453 projesini duyurunca tüm sinefillerde ayrıyetten Türkiye'nin önde gelen sinema adamlarında korkular belirdi. İsminden anlaşılacağı üzere bu konu şakaya alınacak ve riske atılacak bir konu değil önemi oldukça büyük.. hatta ve hatta siyasal olarak bile bazı ülkelerle diplomatik bir kriz yaratabilecek nitelikte bir konuydu. Faruk Aksoy kararlıydı... her zaman o sorduğumuz biz ne zaman epik bir Türk savaş ve tarih filmi izleyeceğiz.. bunu kim yapacak sorusunu duymuş olacak ki "Ben" diye haykırdı ve 17 milyon doları masanın üstüne çarptı. 17 milyon dolar demek Türk Sinema tarihinin en pahalı filmi olacak demekti. Hiç bir babayiğit şu ana kadar bu cesareti gösterememiş bu filmin büyük paralalarla yapılabileceği biçiminde kimse eline cebine atamıyor ya gişede başarısız olursa korkusundan atılım yapamıyorlardı. ( Ridley Scott böyle bir konuyu sinemaya aktarmaktan gurur duyacağını ancak ve ancak Vatikan dahil Amerikan sinema endistüri kurumlarının Ridley Scott'a böyle bir işe kalkışma baskısı yüzünden Ridley Scott'un bu projeden vazgeçtiği söylentileri var ). Faruk Aksoy'un kendine olan güvenci tam ki 17 milyon dolar ki böyle bir film için oldukça az bir miktar.. koca tonluk taşın altına girmeyi kabul etti ya ezilecekti ya da halk onu oradan çekecekti. Şimdi boşverelim Faruk Aksoy'u Faruk Aksoy kendine göre doğru olanı yaptı.. peki ya Türk sineması adına bu atılım doğru oldumu... bana göre hayır.

Acele "Fetih" Olmaz. İstanbul bile yaklaşık 55-60 günde fethedildi !

Acele dedik... Faruk Aksoy, Recep İvedik filmlerini boşuna yapmadığını göstermek için acele etti. İstanbul'un Fethi gibi Türk halkının gurur duyacağı çağ kapatan önemli bir olayı aldı ve yanlış yaptı.. kimse almasın demiyorum ama 17 milyon dolara elinden geleni yaptığını filmi izledikten sonra her ne kadar görmüş olsamda böyle bir konunun.. açılış ve patlama olarak seçilmesi çok yanlış bir tercihdi bence.. Türk sineması beklenen patlamayı elbette yapacaktı tek engel paraydı ama İstanbul'un Fethi projesi için çok acele edildi...ki bu unsur umarım ilerde daha yüksek bütçelerle çekecek yapımcılar için bu konu daha önce zaten yapılmıştı diye düşünüp heves kırmaya  yol açmaz.

Oyunculuk Unsurları

Devrim Evin, yerli olarak düşündüğümüzde Fatih Sultan Mehmet için ideal bir benzerlik gibi duruyordu. Özellikle burun kısmı özelliklemi benzetilmiş bilmiyorum ama cidden benziyordu. Ancak şunu maalesef söylemem gerek ki Fatih Sultan Mehmet, tarih hikayelerindeki gibi asil,cesur,bahadır ve karizmatik olarak yaratılamamış. Kingdom Of Heaven filminde Kral Baldwin maskesiyle bile daha havalıydı. ( Bana göre en güzel tercih Fatih için Eric Bana olurdu. )

Ulubatlı Hasan'ı oynayan İbrahim Çelikol bana Yüzüklerin Efendisi karakteri Aragorn'u hatırlattı oyunculuğu gayet başarılıydı. Özellike teke tek kılıç dövüş sahneleri başarılı çekimleriyle filmde ön plana çıkmış.


Kurgusal Fetih'de olmuş !!

Her ne kadar Fetih olayında Ulubatlı Hasan'ın varlığı hala tam olarak bir muamma olsa bile gerçektede filmde olduğu gibi Fatih'in kankası değilde artık sur önlerinde son mücadelede Fatih'in sur üstünde sancağı ilk diken askeri merak etmesi üzerine öğrendiği askerdir. Zira Fatih kanlı mücadelede üzerinde 20-30 civarındaki sur üzerinde Osmanlı Sancağı sallayan Ulubat'lıyı görmüş ve merak ederek yanındaki askere " Tez söyleyin bana kimdir o asker " yanındaki "Ulubatllı Hasan'dır" sultanım." demiştir. Olay böyle cereyan etsede daha filmin ilk başlarında Ulubatlı Hasan'ı Fatih'le kılıç talimi yaparken görüyoruz. Kanka gibi birbirlerinden hiç ayrılmıyor aralarında Sultan - Asker ilişkisi bile yok.  Senaryo bakımında çok hata var sadece spesifik olanlarına bakarsak Ak Şemseddin'in sonradan olaylara dahil olması... İstanbul'un Fethin'de önemli bir yere sahip olan karadan gemi yürütme olayının sıradan bir olaymış gibi sadece üstünden geçilmesi..bla bla bla...bir diğer unsura gelirsek bir çok mekanda ve bir çok insanın önemi olduğu bu olayda Faruk Aksoy kurgulamada gerçekten zorlanacaktı zira zorlanmış ki ne yapacağını şaşırmış.. Film elbette ki F.Sultan Mehmet etrafında geçecek ama filme daha çok duygu,aşk ve geçiş öğesi kazandıracak şeyler aramaya başlamış. Ulubatlı Hasan, Urban Usta ve kızı onun kurbanı olmuş.

Atmosfer ve Görsellik

Filmin en zayıf noktası'da burası işte F.Aksoy demiş ki 17 Milyon Doların çeyreğini bilgisayar efektlerine yatırdık. Evet çok sırıtmayan bilgisayar efektleri var ama çekimlerden o kadar bariz belli ki bu Greenbox dediğimiz olay bas bas bağırıyor özellikle filmin başında bilgisiyar yapımı kartalın İstanbul'a uçusu ve 1450'li İstanbul'u yansıtmak için bilgisayarla matte paint tekniği ile yapılmış sanal bir şehir gözüme çok battı. Ama görsellik alay edilecek kadar elbette ki kötü değil. Ama bazı sahnelerde öyle ki gerek kamera açıları gerek bu greenbox filmin ciddiyetini düşürüyor. Ve daha kötüsü Troy ile antik Yunan'a kadar gidebilen ben.. Cenettin Krallığı ile Eski Kudüs'ü görebilen ve hissedebilen ben Fetih 1453 ile 1450'lerin İstanbul'unu göremedim koklayamadım. Renklendirmeler atmosferler o kadar acemiceydi ki sanki 2012 yılındayız İstanbul'un maketi yapılmış on binlerce kişi kostümler giymiş ve tekrar Fetih'i canlandıracak... filmin bana verdiği hava buydu maalesef beni o zaman geri götüremedi.

Müzik

Her ne kadar Imdb'de tema müziği Hans Zimmer yazsada filmin esas müzikerini Benjamin Wallfisch bestelemiştir. Çok ta kötüde değildir ama nerde epiklik diyorum. 1453 Fetih'in daha iyi müziklere ve daha iyi orkestraya sahip olması gerekirdi.

Sonuç Hüsran Mı ?

Sonuç hüsran değil ama Fetih 1453 bu kadar acele olmamalıydı görünüşe göre bu filmle Türk Sineması adını epey duyuracak ama bu olay bu kadar basit bir şekilde çok çabuk işlenmemeliydi. Biraz daha sabır daha iyi bir film getirebilirdi. Faruk Aksoy yine kazacağını kazandı ama bir yandanda ufakta olsa Türk Sinemasına zarar verdi bu seçimiyle... umarım Fetih olayı sadece bu filmle kalmaz ve ciddiyeti iyice kavranarak bu kez sadece yerel sinema adamları ile değilde uluslararası bir çapta proje olarak tekrar gündeme gelebilir.

KISA FİLMİN SUÇU NE?

Ülkemizde ne yazık ki, uzun yıllardan beri uğraş verilmesine karşın, kısa film yapısal varlığını gerçek anlamda oluşturamadı. Zaten bu sorumluluğu salt gönüllü girişimlerle ayakta tutabilmek olası değil. Kısa film, alt yapı, üretim ve dağıtım açısından, kendi başına bir sektör olarak ciddiye alınmadığı sürece bu başıboşluğun sürgit devam edeceğini söylemek hiç de zor değil.
Bir ülkede, kısa filmin gerçek anlamda var olabilmesi için bazı koşulların mutlaka yerine getirilmesi gerekiyor. Bunun en başında özerk bir “ Ulusal Sinema Merkezi “nin varlığı geliyor. Bu kurum içinde, kısa film bölümüne kapsamlı bir yer ayrılmalı. En az üç-dört katlı bir binaya, on beş kişi kadar sürekli çalışan bir kadroya, bilgisayar donanımlarına, arşive, film izleme odalarına, web sayfasına sahip olmalı. Giderler devlet bütçesinden sağlanmalı. Dünyadaki örneklere baktığımızda kısa filmin kendi başına bir sektör olmasının atar damarını bu alt yapının oluşturduğunu görüyoruz. Fransa'da “ Unifrance “, Yunanistan'da “ Greek Film Centre “, Macaristan'da “ Hungary Film Unio “, Meksika'da “ Instituto Mexicano de Cinematografia “ yada İran'da “ Iranian Young Cinema Society “ örneklerinde olduğu gibi.
Bir ülkede genç sinemacıların film üretimine katkı veren başka bir unsur ise nitelikli sinema okullarıdır. Bu yüksek okulların, bir fakültenin bölümü olarak değil, yetenek sınavı ile öğrenci alan ayrı birer eğitim merkezleri olarak çalışması gerekiyor. Daha ilk yıldan başlayarak, yönetmen asistanlığı, ses, kurgu, senaryo, oyunculuk ve sanat yönetimi gibi bölümlere ayrılması, uygulama ağırlıklı bir program izlemesi öneriliyor. Profesyonel düzeyde teknik alt yapıya sahip olması ve bu altyapıdan öğrencilerin yararlandırılması da önemli diğer bir koşul. Dünyadaki örneklere bakıldığında, Danimarka'da “ The National Film School of Denmark “, İngiltere'de “ London Film Scool “, Polonya'da “ Polizsh National Film-TV& Theatre School “, İsveç'te “ Swedish Film Institute “, İsrail'de “ Camera Obscura School of Art “ gibi okullarının bu özellikleri taşıdıkları, buradaki genç yönetmenlerin 16mm ve 35mm formatında çok nitelikli yapıtlar ürettikleri biliniyor.
Diğer önemli bir nokta, kısa film yönetmenlerine, proje aşamasından başlayarak, filmin gösterim aşamasına kadar ciddi parasal destekler sağlamak. Bu genellikle ülkelerin kültür bakanlıkları ve ulusal televizyon kanalları tarafından gerçekleştiriliyor. Ayrıca yurt dışında, kısa filmleri finanse eden ticari yapım şirketleri var. Örneğin Avusturya'da “ Sixpackfilm “, Belçika'da “ La Boite Production “, Fransa'da “ Premium Films “ gibi.
Günümüz koşullarında, nitelikli bir kısa film için gerekli olan bütçe 40.000 euro civarında. Türkiye'de bugüne dek ne kültür bakanlığının, ne televizyon kanallarının, ne de yapım şirketlerinin bu boyutta bir kısa film desteklediği duyulmadı. Bürokraside ağırlığını hissettiren ticari sinemacıların yanında, kısa filmciler hep arka planlara itildiler. Birkaç çok düşük, önemsiz destekle geçiştirildiler. Samimi ve önemli bir yaklaşım olan “ TRT Genç Sinemacılar Programı “nı ve birkaç yıl sürdükten sonra kaldırılan “ CİNE-5 Kısa film Yarışması “ nı ayrı tutarsak, genç yönetmenler, özellikle yeni açılan ve bütçesi sınırlı olan TV kanallarının, yayınlayacak bedava film aradıklarında akla gelen birer kimlik olarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar.
Kısa Film Festivalleri ve toplu gösteriler de, bu alanın önemli arenalarıdır. Oysa bizler, sinema yapmak isteyen ve bu serüvene kısa filmle başlayan gençlerin, festival kapsamlarında sürekli olarak önemsiz insan davranışı gördükleri, konuk ağırlamada en geri plana itildikleri, verilen ödül miktarları ve ödül törenlerindeki yerleri ile küçümsendikleri, jüri üyelerindeki isimlerin adet yerini bulsun kabilinde seçildiği bir ülkede yaşıyoruz. Örneğin bu günlerde gündemde olan “ Antalya Altın Portakal Film Festivali “, en iyi kurmaca ulusal uzun metraj filme 60 milyar lira parasal ödül vereceğini açıklarken, en iyi kurmaca uluslararası kısa filme 1,5 milyar lirayı yeterli görebiliyor. İlginç bir ayrıntı da şu; bu ödül ancak aylar sonra ödeniyor, üstelik ödül törenine katılmak için gereken gidiş dönüş giderlerini de ödül alan kişi karşılıyor. Ürgüp Belediye Başkanlığı ise, yaklaşık bir yıl önce sonuçlandırdığı “ Kısa Film Senaryosu” ödüllerini, üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına karşın, parası olmadığı gerekçesi ile ödemeyi ret ediyor. Bu örnekleri çoğaltmak çok da zor değil. Bütün bu davranışların kaynağında, kısa film yönetmenlerine ve yapıtlarına verilen değerin göstergeleri yatıyor.
Eğer ülkemizde, beklendiği ölçüde nitelikli kısa filmler üretilemiyorsa bunun başlıca nedeni yukarda çok kısaca değinmeye çalıştığım örgütlenme, üretim ve dağıtım koşullarının yerine getirilememiş olmasıdır. Kimse suçu gençlerimizde aramasın, kimse onları beceriksiz, yeteneksiz ve yaratıcılık yoksunu olarak tanımlamaya kalkmasın. Yıllardır çok yakından izlemeye çalıştığım bu genç insanların tüm bu zorlulara karşın hala heyecanla çalıştıklarını, bir gün bir şeylerin düzeleceği umudunu yitirmediklerini görüyorum. Parklarda, sokaklarda, meydanlarda ellerindeki küçücük amatör video kameralarla dolaştıklarını, videokaset alabilmek için bile aralarında para toplamak zorunda kaldıklarını, çekim yerlerine çoğu kez yürüyerek gittiklerini, teknik sorunlarını çözebilmek için çalmadık kapı bırakmadıklarını ve daha birçok şeyi iyi biliyorum. Ve bir gün uluslararası düzeyde, değer oldukları yeri alacaklarına da yürekten inanıyorum. Yeter ki hiç zaman yitirmeden, bu insanlarımızın benliklerinde taşıdıkları enerji ve sinema tutkusuna, yanıt verebilecek olgunlukta bir toplum olmayı başarabilelim.

Hilmi Etikan
Bu yazı Milliyet Sanat Dergisi Eylül 2003- Sayı 534

Copy Paste fetih!



'Fetih 1453' Hollywood'un oscarlı yapımlarının etkisinde kalarak Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesini beyaz perdeye taşıyor...
Yapımı yılan hikâyesine dönen Türkiye'nin en pahalı filmi nihayet vizyona girdi. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u almasını konu alan 'Fetih 1453' efektlerinden dekorlarına kadar birçok ilke imza attı ve daha çekim aşamasında büyük sükse yaptı. Ancak, yapılan reklamların ne kadar boş olduğunu filmi izleyince anlıyorsunuz. Meğerse 'Fetih 1453' koca bir reklam balonuymuş.

Kopya bir mantık izleniyor
İş tarihi bir film için ortaya milyon dolarları dökerek digital efektlerle izleyiciyi etkileriz, 'Hollywood'la yarışmak için yola çıkıyoruz' demek değilmiş. İş bakmakla görmek arasındaki farkı anlamakmış. Fetih 1453, oscar almış Hollywood filmlerinden "copy paste" sahneleriyle kendi tarihimizi kopya bir mantıkla anlatmaya çalıştığı için hayal kırıklığı yaratıyor.
('Fetih 1453'deki savaş sahneleri özellikle 'Yüzüklerin Efendisi', 'Cesur Yürek', 'Troy' ve 'Ben-hur' filmlerinden bire bir kopyalar içeriyor.)
İstediğin kadar savaşın içine Fatih'in karada gemileri yürütmesini, dev topların dökülmesini ve Ulubatlı Hasan'ı koysan da iş o kadar basit değil. Onları bir belgeseldeymiş gibi değil film gibi anlatmak ve izleyiciyi Ulubatlıyla beraber surlara çıkarmasını bilmek lazım...
Eğer bunların hiçbirini yapmaz ama filmini çoktan çekmiş olursan, harcadığın paranı kurtarmak için filmin ilk gösterimini cuma gününe değil perşembe gününe kaydırırsın. Hele 14.53'te ilk seans olacak diye yaygara koparırsan, kendini cümle aleme güldürürsün.
Nerede Yeşilçam'ın Kara Murat'ı, Tarkan'ı ve Battal Gazi'si nerede 'Fetih 1453'...

Ozan Akarı / ozan.akari@milliyet.com.tr


Woody Allen ve Onun Sineması

Woody Allen, gerçek adıyla Allen Stewart Konigsberg, şu anda 72 yaşındadır.  1966'daki ilk filmi “What's Up, Tiger Lily?” filmi ile başlayan yönetmenlik kariyeri, hemen her yıl çektiği ve çoğunda yer aldığı onlarca filmle bugüne kadar devam etti. Empire dergisi tarafından, gelmiş geçmiş en iyi yönetmenler listesinde 10. sırayı alan, Cannes Film Festivali tarafından yaşam boyu başarı ödülü ile onurlandırılan ve 20 Oscar adaylığıyla bu alanda bir rekoru elinde tutan Woody Allen'ın sinemasını bir miktar özetlemek ve okumak istersek eğer, filmlerinde kullandığı temaları ve biçimsel özellikleri sıralamak iyi bir başlangıç olacaktır.

Woody Allen'ın hem Amerika'da hem de Avrupa'da tanınmış “auteur” bir yönetmen olmasının nedenlerinden biri, filmlerinde kullandığı temaların, günümüz modern insanının varoluş sorunlarının derin analizini içermesidir. İçerik olarak kadın erkek ilişkileri, cinsellik, seks ve hayatın anlamsızlığını kullanan Woody Allen’ın sineması, bir romanın derinlikli anlatımının izlerini taşır. Olaylardan çok karakterler üzerine odaklanan ve onların kişilik analizlerini -çoğunlukla bir psikolog bakış açısıyla [Woody Allen, 40 yıldır düzenli olarak psikologa gitmektedir] derinlemesine işleyen filmleri, kendi deyimiyle Dostoyevski ve Tolstoy romanlarındaki gibidir. “I always feel like I'm writing with films,” [Her zaman, filmlerimi sanki  yazıyormuşum gibi hissettim.] (1994, pp. 249) diyerek filmlerinin, roman tadında olduğunu vurgulayan yönetmenin sineması, bu özelliğiyle ayırt edici bir hâle bürünür.

Woody Allen sinemasını içerik olarak incelemeye devam edersek, öncelikli olarak karakterlerini incelememiz gerekir. Filmlerinin büyük çoğunluğunda kendisine de rol veren yönetmen, New York'un entelektüel ve seçkinlerini (son üç filminde de Londra'nın kaymak tabakasını), filmlerinin ya odağına yerleştirir ya da yan rollerde onlara belirli bir görev dağıtır. Yazar, yönetmen, üniversite profesörü, sanatçı ve kapsayıcı bir başlıkta söylemek istersek düşünür kesimin hayatını ve ilişkilerini masaya yatırır. Evli çiftler arasındaki sorunlar, birbirini aldatan ve tatminsiz eşler, filmlerinin ana temalarını oluşturur. Hayattaki varlığını sorgulayan, hayatın anlamsızlığı yüzünden ölümün eşiğine gelmiş bunalımdaki insanların çıkış yolu bulmak için çırpınışlarını konu ederken, Woody Allen sinemasının olmazsa olmaz özelliği olan mizahı da bunların içine katar. Yönetmenin filmleri, her ne kadar kendisi bunu kabul etmese de, kendi hayatından birçok ayrıntıyı barındırır. Kadınlarla olan ilişkilerini, hayata bakışını ve yaşama karşı olan ümitsizliğini karakterlerine yansıtan Woody Allen, kendi görüşlerini onların ağzından izleyiciye yoğun bir şekilde iletmektedir. Böyle bir soruya karşılık olarak Paddy Chayevsky'den yaptığı bir alıntıda yönetmen “all the characters are the author” [Bütün karakterler yazarın kendisidir.] (1994) demiştir.

Woody Allen ve Felsefe adlı kitaptan alıntılanan bir makalede, Woody Allen sinemasının ortak yönleri belirli başlıklar altında toplanmıştır. Bu başlıklardan en önemlisi, hayatın anlamsızlığı ile ilgili olan bölümdür. Woody Allen'ın filmlerinin birçoğunda altı çizilen bu konunun aslı, tamamen geçici olan bu dünyadaki yaşamlarımızın, hiçbir değer üzerine oturmayan anlamsız birer hayat parçası olduğu gerçeği üzerine kuruludur. Bunu Annie Hall filminde küçük Alvy karakterinin ağzından duyabiliyoruz. Evrenin genişleyip sonunda patlayacağı fikri, küçük Alvy'de, hayatın anlamsız olduğu sonucunu doğurmuştur . Bu yalnızca hayatın anlamsızlığı değil, yaşamanın da bir anlamsızlık uğraşısı olduğu Allen filmlerinde göze çarpar. İnsanlar, sürekli olarak yaşamlarını anlamlı kılmanın yollarını aramaktadırlar çünkü Allen'a göre gerçek, anlamsızlığa götürür ve aslında ona göre gerçek şudur: “too much reality is not what people want.” [Gerçek, insanların pek de istedikleri bir şey değildir] Bu kara delik konusu bir başka filminde (Deconstructing Harry) mizahî olarak yer almıştır. Diyalog şu şekilde ilerler:

Harry: You know that . . . that the universe is coming apart? Do you know about that? Do you know what a black hole is? [Biliyor musun... evren parçalara ayrılıyor. Daha önce duymuş muydun? Kara delik nedir biliyor musun?]
(Siyahî) Fahişe: Yeah, that’s how I make my living. [Bilmez miyim, hayatımı ondan kazanıyorum]
Harry: You know, I gotta tell you, Cookie, a great writer named Sophocles said that it was probably best not to be born at all. [Bak fahişe kardeş, sana şunu söyleyeyim, Sofokles demiş ki, belki de hiç doğmamak en iyisidir]


http://tr.euronews.net/images_news/img_606X341_WoodyAllen.jpg

Sofokles'ten yapılan bu alıntı, Maç Sayısı’nda [Match Point] da gözümüze çarpar. Filmin ana karakteri Chris, kendi çocuğunu öldürmesi üzerine Nola'nın komşusunun ona sorduğu soruyu, aslında hiç doğmamış olmanın -Woody Allen'e göre, bu anlamsız, bu amaçsız dünyaya gelmemenin- aslında bir hediye olduğu gerçeğiyle cevaplamaktadır.

Hayatın anlamsızlığı, Allen filmlerinde Tanrı'nın varlığının sorgulanmasıyla da ilişkilendirilir. Love and Death filminde Boris ve Sonja arasındaki şu diyalog, bize Allen'ın bu konudaki görüşlerini karakterlerin ağzından iletir:

Boris: Sonja, what if there is no God? [Sonja, ya Tanrı yoksa?]
Sonja: Boris Dimitrovich! Are you joking? [Boris Dimitrovich! Sen kafayı mı yedin?]
Boris: What if we’re just a bunch of absurd people, who are running around with no rhyme or reason? [Ya biz, hiçbir amacı olmadan etrafta dolaşıp duran saçma sapan insanlarsak?]
Sonja: But if there is no God, then life has no meaning. Why go on living, why not just kill yourself? [Eğer Tanrı yoksa, o zaman yaşamanın da anlamı yok. Niye yaşıyorsun ki, neden kendini öldürmüyorsun?]

Burada Tanrı inancının, anlamsızlığa bir anlam katma adına sığınılan herhangi bir liman olduğunu söyler Allen. Çünkü insanlar yaşamaya devam etmek zorundadırlar, çünkü insanların bir amaçları olmalıdır. Bu nedenle de insanlar inanmak ve inanmak zorundadırlar. Maç Sayısı’nda Chris’in dediği gibi “inanmak, işin kolayına kaçmak” olsa da, hayatı yaşanılabilir kılan ve ondan zevk almamızı sağlayan, bu inanç meselesidir. Aynı konuya Allen'ın biraz daha mizahî ama aynı çerçevede yaklaşımı için Yeniden Çal Sam [Play it Again, Sam] filmindeki diyaloga bakabiliriz:

Allan: It’s quite a lovely Jackson Pollock, isn’t it? [Jackson Pollock'un çok hoş bir tablosu öyle değil mi?]
Woman: Yes, it is. [Evet öyle.]
Allan: What does it say to you? [Ona bakınca ne hissediyorsun?]
Woman: It restates the negativeness of the universe, the hideous lonely emptiness of existence, nothingness, the predicament of man forced to live in a barren, godless eternity like a tiny flame flickering in an immense void with nothing but waste, horror, and degradation, forming a useless, bleak straightjacket in a black, absurd cosmos. [Evrenin negatifliğini, varoluşun iğrenç yalnızlığı ve boşluğunu, hiçliği, bir kısır döngü içinde, tanrısız bir sonsuzlukta, boktan, korkunç ve aşağılamadan başka hiçbir şey barındırmayan uçsuz bucaksız boşlukta yanan küçük bir alev parçası gibi; kapkara, saçma sapan bu evrenin içinde, amaçsız, kasvetli bir deli gömleğine girerek yaşamaya zorlanan insanın bedbaht hâlini.]
Allan: What are you doing Saturday night? [Peki Cumartesi gecesi ne yapıyorsun?]
Woman: Committing suicide. [İntihar edeceğim.]
Allen: What about the Friday night? [Peki ya Cuma günü?]

Hayatın anlamsızlığına karşı direnmek ve varoluşumuza bir anlam katmak için yaptıklarımızı, Allen "Woody Allen on Woody Allen" adlı röportaj-kitabında* şu kelimelerle ifade ediyor:

"…Eğer duruma şu gözle bakarsanız, geriye dönüp baktığımızda yaptığımız tek şey, hiçbir anlamı olmayan hayatlarımız için kendimize anlamlı bir dünya yarattığımızdır. Her şey anlamsızdır. Ama önemli olan, bir anlam oluşturmak, bir anlam yaratmaya çalışmaktır çünkü bu dünyada hiç kimse için çıkarılabilecek bir anlam yoktur."

İçerik olarak bu temalara yoğunlaşan Allen'ın filmlerinde biçimsel olarak öne çıkan bazı ayrıntıları da şu şekilde sıralayabiliriz. Allen'ın filmlerinin hepsi -son filmleri Match Point, Scoop ve Cassandra's Dream hariç- New York'ta çekilmiştir. Jeneriklerin tamamı siyah arka plan üzerine beyaz Windsor yazı tipindedir ve bütün jeneriklerde -Maç Sayısı'nda opera ve Annie Hall'da sessizlik- caz müzik kullanır. Filmin sonundaki jeneriklerde ise akan yazı yoktur. Çekimler genellikle uzun ve orta çekimlerden oluşur. Birkaç filmindeki deneysel kamera çalışmalarının dışında genelde sabit bir alıcı ile mekânı tamamen çevreleyen, karaktere odaklı bir çekim tekniği kullanır. Eğretileme birçok filminde başvurduğu bir yoldur. Bunu da, filmlerinin bir düzyazı değil de şiir gibi olmasını istediği için yaptığını söyler. Çok az prova yapıp sahneleri olabildiğince tek çekimlerle tamamlar. Genelde yakım çekim kullanmaz. Gerçekle fantezi arasında yaşadığını hissettiğini söyleyen Allen'ın filmlerinden bazılarında, bu tip ikiliği görmek çok mümkündür. Doğrudan kameraya gelip izleyiciyle konuşması ya da geçmişten kişilerle diyaloga girmesi ya da beyaz perdeden karakterlerin atlaması sık rastlanılan bir Allen yöntemidir.

*Röportaj-Kitap: Björkman, S. (1994). Woody Allen on Woody Allen. London: Faber and Faber.

Ali Ünal
top