Dünya'yı Vuran Melankoli



Poster - Melancholia - Melankoli - Lars von Trier - Analiz - Eleştiri

Lars von Trier 1956 doğumlu Danimarkalı ünlü bir yönetmen ve senarist. Pek çok filmiyle ses getirmeyi başarmış ve aynı zamanda muhalif düşünceli biri. Bir avant-garde sinemacı hiç bir şekilde gişe kaygısı olmayan, kurumsal sinemadan nefret eden... hatta ve hatta zamanında yapımcı belalarında kurtulmak için akım başlatan bir şahıs... ancak başlattığı dogma95 akımı yani sinemada %100 doğalcılık akımı endüstrileşen sinema teklonojisinin gelişmesi ve bu teklonojinin daha ucuza ters oranla daha iyi filmler çıkarabilmesine olanak sağlayınca bu akıma pekte sadık kalamadı.  Son zamanlarda varoluşsal veya ontolojik sıkıntılarını filmleriyle öne çıkaran bir film adamı. Şu sıralar cinsel sapkınlığı konu alan filmi Nymphomaniac'la uğraşmakta olup son filminde Melankoli'yi dünyaya vurdurmuştu peki ya derdi neydi ?




Trier’in melankolisi, Adolf Hitler’in,  Friedrich Nietzsche’nin, Sigmund Freud‘un etkilendiği en önemli isimlerden biri olan Richard Wagner’ın 1859 yılında ortaya koyduğu, aşkı idealize eden, mutlak mutluluğun mümkün olmadığını, dizginlenemeyen cinselliği,  insanın varoluşunu irdeleyen  ”Tristan ve Isolde” hikayesini konu alan tamamlanmamış ancak otoriteler tarafından devrim niteliği taşıdığı söylenen  bestesi ile açılıyor. İlk defa 1210 yılında Gottfried von Strasburg tarafından derlenen Kelt kökenli İngiliz destanı. Dünya edebiyatının en güzel destanlarından biridir.
Daha sonra 1300 yıllarında 3344 dizeyle Sir Tristram adıyla da yazılmış fakat en önemli çalışmaları Sir Walter Scott yapmıştır. Filmin senaryosu Melancholia'dan önce çektiği Antichrist'den biraz farklı olarak yine bölümlere bölünüyor, ancak bu kez bölümler hikaye üzerine değilde filmdeki Abla-Kardeş karakterlerinin üstüne olmuş yani Justin ve Claire.
Kirsten Dunst’ın  Justin’i,  Charlotte Gainsbourg’un Claire rolünü oynadığı, çekimleri İsveç’te tamamlanan filmin bu isimler üzerinden iki aşamaya bölünmesinde Trier'in kendine has benimsediği dogma ideolojisini görmek yine mümkün. Filmi bölümlere ayırıyor ve hiç bir şekilde Yönetmen yazısı veya onun hakkına bir ibare çıkmıyor... yani sadece Lars Von Trier yazıyor.
Tristan ve Isolde bestesiyle açılan film direkt olarak bizlere Tarkovsky sinemasını anımsatıyor, derin tek plan ve her karede anlam araştırmamızı gerektirecek metaforik kareleler hemen bizleri selamlıyor, doğayı ön planda tutarak bunla eş zamanlı olarak doğayı klasik müzikle harmanlayarak bizleri bir o an için " anlamsız" bir melankolinin içine sürüklüyor.
Justin’in melankolik beyaz yüzüyle, barok mimari özellikleri taşıyan bir bahçede bir güneş saatinin varlığını görebilirken akabinde, yine alanında devrim yaratan ve bir çok sanatçıyı etkileyen Hollandalı ressam Pieter Bruegel‘in  1565 yılında yaptığı tablosu “Karda Avcılar” ( Hunters in the Snow) karşımıza çıkar. Ardından ise Justin’in “toprak ana” nın ağaç köklerine gelinliği ile bağlanmış hali, simsiyah bir atın bulunduğu ve de Justin, Claire ve çocuk Leo’nun üzerindeki Melancholia, Güneş, Ay olduğu kare devreye girer. Nihayetinde ise Melancholia gezegeninin trajik bir şekilde Dünya’ya çarpışına “Tristan and Isolde” müziğinin eşliğinde tanık oluruz.
Pieter Bruegel the Elder - Karda Avcılar - Hunters  in the Snow - 1565 -  tuval üzerine yağlıboya
Karda Avcılar ( Hunters In Snow ) 
Melancholia - Melankoli - Lars Von Trier - Film - Sinema - Eleştiri - Analiz


Peki ya Lars Von Trier'in zihninde yoktan yarattığı bu melankoli gezegeni niçin dünyaya çarpıyor ve dünyanın sonunu neden getiriyor ? Velhasıl ayrıca böyle bir konuyu bir Armageddon bir Kurtuluş Günü ya da Derin Darbe tarzında bir gezegenin ya da göktaşının hatta uzaylı istilası filmleriyle aynı kefeye koymak yapılacak en komik hatalardan biri olur. Zira film somutsal olarak bir bilim-kurgu işlesede barındırdığı derin anlamlar bakımından ve bu anlamları somutlaştırma yoluna gidildiğinden metaforik kullanım bizleri böylesine sahnelerle baş başa bırakıyor.
Film ilk olarak Justine ile başlar. Daha önce çok sık kullandığı kamera tarzı olan el kamerası tarzında sürekli hareket halinde olan ve asla sabit kalmayan kamera bir limüzinin içinde açılıyor ve mutlu çiftler bizleri karşılıyor. Lars Von Trier'in bu alegorisinde filmin ismiyle ironik bir biçimde filmin oldukça neşeli başlaması şaşırtmaması gerek aslında. yeni evlenmiş çift Justine ile Micheal’ı birbirlerine kur yaparken görürüz. Çift, oldukça mutlu bir halde, limuzinle,  büyük bahçeli bir malikaneye biraz da geç kalarak girerler. Çifti, kardeşi Claire ve onun kocası John sitemkar olmalarına karşın düğün sebebiyle geç kalmalarını tolere ederek karşılar. Justine ise düğünün mutluluktan şımarmış gelini olarak , düğüne yetişmek için aceleleri olmalarına rağmen, önce sadece kendisinin bindiği ve özlediği atı Abraham’ı görmek ister. Akabinde kendilerini kalabalık düğünün içinde bulur. Erkeklerin smokin, kadınların şık gece elbiseleriyle katıldığı düğünde, Justine’nin boşanmış annesi ile babası, damat Micheal’ın sağdıcı da olan  reklam ajansı patronu ve diğer davetliler vardır.

Trier için çiftin bir burjuva düğünü olarak ele alması sebebiyle ,aynı zamanda yapay gülüşmelerin, düğündeki insanların yapay ve geçici mutlulukları arkadan konuşmaların düğün ortamında kullandığı seçimleri, insanların "meta"ya dayalı yaşamları, materyalist takınımlar, geçici mutluluklar ve çözümler, kısacası sahte yaşamlar ve  daha çok kapitalist sisteme şahsi bir eleştiri, paranın güç sembolü olarak üstün tutulduğu sistem eleştirisinin bir benzeri olan, Thomas Vinterberg’in “ilk dogma film” özelliği de taşıyan 1998 yapımı “Festen” filmine bir gönderme olarak da kabul edebiliriz.


Melancholia - Melankoli - Lars Von Trier - Sinema - Film - Eleştiri - Analiz

Trier’in Justine’i başarılı reklam yazarı,mutlu bir evlilik ve burjuva bir hayatın içinde olarak, bu kıyamet senaryosu içinde yer verdiği melankolik hali, aslında tamamiyle kendi parçalarından ve tecrüberinden oluşan birikiminden oluşmakta. Biliyoruz ki son 2-3 yıldır ciddi bunalımda ve depresyonda olduğunu söyleyen Trier, kendi tedavi yöntemini bulmuş ve depresyonunu film yaparak yenebileceğini söylemiştir. Buna dayanarak söylüyorum ki Lars bir filozof gibi doğuştan gelen pessimistik varoluşsal, anlamsızlıkla harmanlanan depresyonlu halini bir bayana dönüştürüyor ve Justine olarak karşımıza çıkarıyor. O yüzden
Justine karakteri Trier'e hiç bir şekilde yabancı değil. Justine nereden çıkıyor dersek aslında ; yazıldığında olaylar yaratan ve yine ağır bir ahlak, burjuva ve din eleştirisi barındıran Marquies De Sade’ın “Erdemle Kırbaçlanan Kadın: Justine” kitabının ana karakteri olan ” Justine” karakterinin erdemli ve saf bir şekilde din adamları, tüccarlar tarafından tecavüze, şiddete ve istismara maruz kaldığı durumlar sonrası,  kız kardeşinin burjuva tavrıyla ahkam kesen, haklı, statü sahibi ama fahişe olarak Justine’e erdemin bu kirli dünya düzeninde verdiği dersleri dile getirdiği trajik hikayedir.
marquies de sade- justine kitabı
Gel zaman git zaman filmdede "Claire" aşamasına geldiğimizde kocası John'la oldukça burjuvazi bir yaşam geçiren olgun ve düşünebilen oldukça sakin ancak güçsüz bir kadın görürüz. Kardeşi Justine'nin aksine yaşamı daha çok lüks geçirmeye alışmış, karşısına çıkan sıkıntıları ve problemleri sürekli parayla yenmeye çalışmış, hiç bir şekilde bireysel mücadele etmemiş bir tip Claire.
Kardeşinin bu mutlu gününde doğru gitmeyen bir şeylerin olduğunu kocası John'la farketmişlerdi bile, zira Justine'nin yeni eşi olacak Michael'in yumuşak ve sevgi dolu anlayışlı tavrına rağmen düğünün getirdiği sahte mutluluk, paranın satın aldığı sahte mutluluk, sahte gülüşler, sahte eğlenceler, ve üstelik şehir merkezine oldukça uzak kırsal bir kesimde kalan insanlardan herşeyden uzak olan John ve Claire'in evinde böyle bir ambiansın olması Justine'nin içindeki Melankoli mikrobunu uyandırmış olabilir diyebilirim.Trier, çoğu insanın bu kadar imkan ve lükse sahip olma isteğinin olduğu bir dünyada Justine’nin melankolisini filmde, ressam, sanat, bilim ve felsefe dünyasından etkilendiği isimler ve düşünceler gibi meşrulaştırmak istemektedir. Kaldı ki Justine’in anlam arayışında, çıkışa dair yönetmenin öznel ideolojisini de temsil eden metaforların öne çıktığını görürüz. Justine bu kadar baskı altında, ruhen nefes almak için kendini kütüphanesi olan bir odaya kilitleyecektir. Justine, odadaki açık kitapların içindeki Kasimir Malevich‘in 1916 yılında yaptığı “Süprematizm” resmi gibi optik görüntüye önem vermeyen, doğadan uzaklaşma amacı üzerine manifestolarla beslenen soyut resim, konstruktivizm özellikleri taşıyan resimleri yere atarken, anlamlı bulduğu tabloları gözünün önüne koyacaktır. Trier’in bu film için seçimlerini  irdeleyecek olursak; Pieter Brueghel‘in “Karda Avcılar” (Hunters in Snow) manzara resmi ve manastır yaşamını, çalışmayı hicveden ve zevkin ve hayallerin övüldüğü düşler diyarı Cockaigne diyarını 1567′de tasvir ettiği “ Cockaigne Diyarı (The Land of Cockaigne) varken, barok resmin öncüsü olarak, maniyerizmin karşısında devrim yaratan ve gerçeğe duygusallık ve renklerle yaklaşma gayesindeki depresif resimleriyle bilinen Michelangelo Merisi da Caravaggio‘nun “Goliath’ın başıyla Davud“(David With Head of Goliath) resimlerine ve Trier’in Dogville, Antichrist gibi filmlerinde sıklıkla kullandığı imgelerden biri olan ve filmin posterinin de ilham kaynağı John Everett Millais‘in 1852 yılında yaptığı Shakespeare’nin “Hamlet” eserinden esinlenerek yaptığı ve aşk acısıyla melankoliye sürüklenerek şiirsel bir intihar diliyle hayatına son veren  hikayeyi anlatan Ön-Raffaelit resimlerin en bilindik eseri olma özelliğine sahip Ofelya(Ophelia) resimlerine yakın çekimler, Justine’in  tıpkı bu ressamların ideolojisinde olduğu gibi “hayatın gerçek anlamına” melankolik olarak Trier gözünden yaklaşma gayretidir ki bir yandan da soyut anlatımcılığın 19. yy. sonrası sanayi devrimi ile birlikte burjuva kesiminin içinde yaygınlaşmasına ilişkin içi ve duyguları boşaltılmış entelektüelizme karşı bir eleştiridir de.
Karakter tarzı olarak hiç bir şekilde başka yaşamlar umurunda olmayan, sadece ve sadece çocuğu,kocası ve kendisi üzerine oynayacak bir yaşam tarzı seçen Claire ve onların inzivaya çekilmelerine yardımcı olan tabir-i caizse Tanrı'nın unuttuğu yerde olan evleri ve bu evde gerçekleşen düğün tamamiyle alegorik bir canladırma. Matrix vari gerçek yaşamdan kopan Claire paranın yarattığı simülasyon bir dünyada kocasıyla yaşarken aslında "kendini kandıran" "gerçeklerden kaçan" "muhakkak olan hüzünden kaçan" insan rolünü oynarken...
düğündeki ahali ise sonu ve hakiki gerçeği, varoluşsal problemlerden kaçan " meta " tabanlı yaşam geçiren daha çok otantik birinin gözünden "kukla" diyebileceğimiz insanlar silsilesini oluşturuyor. Oldukça görkemli ve yüksek meblağların harcandığı bu düğün insanları mutlu ederken tam tersine Justine'yi daha çok düşünmeye sevk ediyor. Bir anda Justine'ye gelen anlamsızlık,boşlukta kalma hissi onun en mutlu olacak gününde onu herşeyi sorgulamaya itiyor ve bir anda ablası Claire'e " Dünya çok kötü bir yer ve onun için acı çekmemize gerek yok" dedirtebiliyor. Bir şekilde kendine göre gerçekleri hisseden ve sonu görebilen Justine bir anda varolan  mistik bir melankolinin içine dalıyor.  Bilim insanlarının " Melancholia" adını verdikleri gezegenin dünyaya çok yakın geçeceği gerçeğini bile Claire ve John bu olay hakkındaki olumlu ve optimist yargılarını korurlarken, aslında Claire'in gözündeki yavaş yavaş gelmekte olan korkuyu rahatça seziyoruz. Justine ve Claire bu olay üzerinde tartışırlarken aslında Justine'nin bu olay hakkında ciddiyetsiz tutumu ve düğünündeki anlamsız soğuk tavrı Claire'ı çılgına çeviriyor. Justine'ye baktığımızda seziyoruz ki aslında düğünden sonra tesir eden içsel kargaşa ve melankolik kaosunda dünyanın yok olmasının en iyi çözüm olacağı düşüncesini. Melankoli dünyaya yaklaştıkça Justine anlamsız bir cesaret ve sakinlikle Claire'nin yavaş yavaş paniklemesini kendi gözüyle izliyor.
Dünya'nın sonu Justine'yi neredeyse memnun ederken, filmin " Claire" kısmında Justine'nin bu anlamsız melankolisi yavaş yavaş son buluyor ve bu anlamsızlık bu kez Claire'ye geçiyor, çünkü Melankoli'nin dünyaya yaklaşması ve çarpıp çarpmayacağı veya sadece yanından geçeceği belli değilken, Elindeki yaşamdan başka birşeyi yokmuş gibi telaşlanması ve ölüm korkusu içerisinde sinirlerine hakim olamayacak ve teslim olacaktır. Geceleri huzursuz bir şekilde Melancholia’nın parlak ışığına bakarak geçiren Claire’e karşın Justine ise Melancholia gezegeninin ışığında çırılçıplak  güneşlenecek kadar kıyametin güzelliğinin bir parçası olmak istemektedir. Justine için bu kusursuz bir görüntü olması dışında, Dünya için söylenen tüm kötülüklerin son bulması açısından da tarifsiz bir hazdır.
Claire olası bir çarpma durumuna karşın, çarpışma gerçekleşmeden zehirli hapları alarak intihar etmeyi düşünecek kadar endişelidir. Son anlara yaklaşırken, artık malikanelerinin uşağı ilk defa uğramamayı yeğlemiştir. Justine ise Claire’in endişeli gözlerine karşı, kıyamet anında “başka bir dünyanın” olmadığını, bundan emin olduğunu, sezgileri böyle söylediği için doğru olduğunu, Dünyanın ise kötü bir yer olduğu için artık sonunun geldiğini belirtir.
Justine, Claire’in oğlunun saf, korku dolu endişelerine ise beraber ağaç dallarından yapacakları “sihirli mağara” sayesinde karşı koyacaklarını söyler.  Trier’in böyle bir son ve karşı duruş seçmesinin sebebi, kuşkusuz Platon’un mağara alegorisine gönderme farzedilebilir. Dünya denen kötülüklerle ve yapaylıklar dolu ortamı yaratan insanoğlu’nun, artık mağaranın dışına çıkıp, gerçeği, anlam arayışını, neyin insanlık açısından yararlı, faydalı ve gerekli olduğunu bilip, mağaranın içindekilere bunları anlatması sayesinde “insan” bilgeliğine ve hayatın anlamına kavuşacağıdır. Platon’a göre hayatın anlamı, anlamakla gerçekleşmez, onu mağaranın içindeki insanlarla paylaştığında ve bu anlamın kollektif bir bilinçte oluşmasını sağladığında tamamlanmasıdır! Zira bu allegoride mağara içerisinde ışığa arkasını dönen kısımda zincirlenmiş insanlar bulunurken ışıktan geçen bir kısım cisim ya da insanların gölgesini görebilmektedirler sadece ve sadece.
uzun bir süre sonra bu insanlar için gerçek,yalan,doğru kavramları tamamiyle değişecektir. İçlerinden bir tanesi salınıverip gerçek doğaya bırakıldığında o dünyayı gerçekten tanıyacak ama geri geldiğinde asla arkadaşlarını inandıramayacaktır... çünkü onlar için tek gerçek önlerinde görebildiği ışığın yarattığı cisim gölgelerinden başka birşey değildir. Yarı karanlık bu tuzakta geçirdikleri ömür yüzünden her yanı öylesine tutulmuş olacaktır ki acemi hareketlerle kafasını çevirirken bile acı duyacak, ateş gözlerini kamaştıracaktır. Kafası allak bullak olacak ve yine gölgelerin bulunduğu duvara, anladığı tek gerçekliğe dönecektir. Sürünerek mağaradan tamamen ayrılıp aydınlık gün ışığına çıkarsa, sersemleyecek ve kör olacaktır; bir şeyler görebilmesi ya da anlayabilmesi uzun zaman alacaktır. Ama sonra, yukarıdaki dünyada yaşamaya bir kere alıştığında, mağaraya dönecek olursa, yine, bu kez karanlık yüzünden geçici olarak kör olacaktır. Yaşadıklarıyla ilgili diğer mahkumlara anlattığı her şey, dillerinde yalnızca gölgeler ve yankılar bulunan insanlara anlaşılmaz gelecektir, hoş karşılanmayacaktır. Çünkü esaret ve karanlık rahattır, oysa gerçekleri görmek ve ışığa bakmak cesaret ister.
Bu eğretilemeyi anlamanın yolu, biz insanları bedenlerine hapsolmuş, birbirimizin, hatta kendimizin bile gerçek benliğini fark edemeyen varlıklar olarak görmekten geçmektedir. Doğrudan yaşantıladığımız, gerçeklik değil, kafamızdaki şeylerdir. Çok felsefik olsada Lars'ın böyle düşündüğünü farz ediyorum yani basite indirgersek " yolun sonunu göremeyen zavallı mahlukatlar ve sahte yaşamları " Her ne kadar güç ve acı da olsa yapmamız gereken cesaret edip ışığa yönelmektir. Gerçeği ancak bu şekilde görebiliriz. İşte aslında Claire ve Justine tam da bu noktada birbirinden ayrılırken Mağarada zincirlenmiş insanları hem düğün ahalisini hem de Claire ve kocası John olarak gösterebilirim.
Ve Lars Von diyor ki ; Dünya kötü bir yer, onun için acı çekmemize gerek yok. Melankoli'yi dünyaya vurduruyor ve kendine göre bir son yaratıyor. Trier’in Hitler Almanyası’ndaki Nazizm estetiğine karşı hayranı olduğu savının Martin Heidegger’de de bulunduğunu belirtmiştik. Felsefenin yaratıcı eylem olarak melankoliden beslendiğini belirten Heidegger’in ;

“Varolma,.. kendi hükmetmediği fırlatılmışlığını taşır
Varolma şu anlama gelir: Hiçin içine bırakılma…
Hiç köklü bir şekilde açığa çıkarılmaksızın,
Kendi olma da özgürlük de yoktur”


diyerek özetlediği, ancak trajik ve melankolik insanın hiçlik sınırına ulaşabileceği düşüncesine karşılık, “evrenin ancak akılla kavranabileceğine” ilişkin Descartes’le başlayan rasyonelist düşünce biçimine karşı çıkan fikirleri, bireyi merkeze alma ve Trier gibi, Hristiyan teolojisinin çöküş ve yozluk içinde olduğunu belirten düşünceleriyle bilinen düşünür Soren Kerkagaard’ın, Heidegger‘in özetlediği düşüncesiyle benzeşecek şekilde, bu hiçlik içerisinde haklı bir varoluş mücadelesi olduğunu şöyle belirtmektedir:

“Yaşayan insanlarla birlik olmadan, üzüntü ve neşelerini paylaşmayan biz; hayatla ayrı tellerden çalan, bu yüzden de gecenin sessizliğinde bir araya gelen yalnız kuşlarız, yaşamın kederi, günün uzunluğu ve zamanın sonsuzluğu bizden sorulur; biz, sevgili Symparanekromenoi, aptalların sevinç ve mutluluk oyunlarına inanmayanlarız, biz mutsuzluktan başkasına tapınmayanlarız.”



0 yorum:

top