Bilgisayarıma Aşık Oldum





Spike Jonze “Aşk” ın bir başka durum hali işe karşımıza geliyor. Biz zaten “Aşk”ı zaten tam olarak tanımlayamazken veya sonuncunun tamamen hüsran ya da başarısızlıklardan ibaret olduğunu düşünürken Jonze ise yakın gelecekteki gelişmiş bilgisayar teknolojisi üstünden sanal ve gerçek duygular arasındaki farkı gözetmeksizin insanların “Aşk” diye nitelendirdikleri eylemi eleştiriyor.










Bu bilgi çağında yani teknoloji çağında .. bilgisayarların akıl almaz derecede ilerlemesi .. akıllı telefonların hayatımızın en önemli parçası haline gelmesi hele ki onları hayatımızdan yok ettiğimizi düşündüğümüzde tüylerimizin ürpermesi.. gün içerisinde kalktığımızda ilk gördüğümüz ve yatarken son gördüğümüz şeyin akıllı telefonların ya da bilgisayarların olduğu ayrıca zaman verememenin, suskunluğun ve insanların artık birbirlerinin gözüne bakamadığı döneme “aşk” ile süslenmiş bir eleştiri geliyor. Öyle ki bu realist bilim kurgu filmini izlerken göreceğiniz manzaraların çoğunu gerçekte de gördüğünüzü unutmayın. Herhangi bir toplu taşıma aracına ya da bir kafeye girdiğinizde kaç tane insana yüz yüze bakabiliyorsunuz ? Kaç tanesiyle konuşabiliyorsunuz ? Yapamıyoruz çünkü kafalarımız hep aşağıda telefona bakıyor.. biz yüzümüzü kaldıramadığımız gibi başkaları da kaldıramıyor, çünkü hayatı, duyguları, bütün yükleri bütün kimliğimizi bir yere yüklerken ( internet ) gerçek hayata bomboş bir ruhla çıkıveriyoruz.




“ Her”Joaquin Phoneix’in canlandırdığı Theodore Twombly adında karakterin karmaşık ve çözüme ulaşamamış başarısız bir evliliğin ardından deneyimlediği depresif halini iyileştirmeye çalışmasını ve o aşamada yaşadığı aslında o dönemde bir çok insanın yaşadığı absürt bir olayı anlatıyor. Aslında o zamana göre bu absürt olmaktan bile çıkıyor gibi. Bilgisayara aşık olmak. İşletim sistemlerinin insan gibi bilinçlendirildiği dönemde neredeyse hayat dostunuz haline gelen bilgisayarda, dışarıda beceremediğimiz ya da kaçtığımız veyahut bulamadığımız sıcaklığı, değeri ve sevgiyi ve arkadaşsal çözümü bilgisayarda bulmak belki de teknoloji çağının insanlara getireceği bir “felaket” ya da diğer bir deyişle bir “duygusal son” mudur acaba ? Aşk’ı kaybediyor muyuz ? Jonze’ya göre tüm bu dijital çağın tanımı Theodore’nin zamanının çoğunu vücuda girmemiş bir sesle etkileşime geçmek için ayırdığı noktada bütünleşiyor eğer bu gerçekten tuhaf bir metafor değilse tamamiyle bir aşk hikayesi, kayıp ve duygusal yenilenme.


Kimilerine göre ise bu film “ Lost In Translation” filmine benzer hikayesi ile bir yanıt. Lost in Translation filminin Spike Jonze’nin eski karısı Sofia Coppola tarafından yönetildiğini söylemekte fayda var. İki eski yönetmen karı kocanın filmler aracılığı ile kendi aşk hayatlarına gönderişlerde bulunurken genel eleştirilerle insanlara sıçratmasını görmemek mümkün değil. Zira Sofia Coppola’nın filminde genç bir kadının ( Scarlett Johansson ) ona göre sığ düşünceli , düşünsel ve duygusal olarak dağınık kocasından kopmasıyla birlikte bu boşluğun dolumunu “Her” filminin aksine bir bilgisayarın mecazi kollarında aramıyorda Bill Murray’in oynadığı karaktere karşı beslediği derin platonik duygularla doldurmaya çalışıyor. İki filminde Scarlet Johansson’a rol vermesi ayrı bir tesadüf değil tabi ki. “Her” de ise Johansson fiziksel olarak karşımıza çıkmasada Theodore’nin aşkı bulduğunu sandığı bir işletim sistemini canlandırıyor “ Samantha”.






“Her” bir çok renkli kareyle dolu aslında. Joaquin Phoneix’in işletim sistemi Samantha ile aşkının patlak vermesinin ardından halk arasında neşeyle dolaşması ve Samantha’nın seçtiği müziklerin ona eşlik etmesi “Aşk” ın o pembe sayfalar dediğimiz başlangıç halini anlatıyor gibi. Bir diğer önemli nokta ise aslında bu anların emo-adolescent bakış açısı dediğimiz insanın “ delikanlı” döneminde yaşadığını o bitmek tükenmek bilmeyen enerji duygusuyla aşkı yaşaması. Zira filmdeki bir data esprisi( burada tekrarlanacak kadar saçma ) , dört telli gitar ukulelenin gözükmesi ve ağzı bozuk bir avatar oyunun oynanması Joaquin’nin karakterinin çok daha başa gitmek istediğini belirtmiyor mu sizce ? Belkide Aşkın en kusursuz olduğu anlar o anlar olduğu için. Bir ofiste açılıyor film, başkalarının yani sevdiğine bir doğum günü ya da yıldönümü için duygularını belirtecek kadar yazı yazamayan konuşamayan aciz olan insanların bunu teklonojiye bırakarak yazdırdığı mektupları yazan düzinelerce işçileri görüyoruz. Theodore ise onlarda biri. Bu mektuplar basma kalıp düz eserer ancak öyle ki bu mektuplar filmin ta kendisi aslında .. Theodore’nin yaşam boşluğuna bir baş sallama onayıyken, birbirlerine hiper olarak kablolarla bağlı insanların samimi, candan, içli dışlı olmayı unutan toplum oluşuna sert ve etkili bir eleştiri. Ancak izleyiciler düşünebilirler ki ; “ Mektuplar gerçekten dokunaklı” ancak gerçek şu ki Samantha kendi benliğini keşfetmeden önce Theodore’yi kelimelerin arasındaki boşlukları keşfetmesi için terkediyor ( spaces between words ) ve Theodore’un mektuplarından seçmece yaparak bir yayımcıya gönderiyor ve yayımcıda onları güzel bir ciltte bir araya getiriyor.


Sonuç olarak “ Her” her aşk hikayesinde olduğu gibi sonu trajedik biten bir öykü. Belki biraz post-modern ama her unsuru gerçek. Ve “her” aslında dokunarak, hissederek, aşkı gerçekten yaşamayı beceremediğimiz halde onu tanımlamaya çalıştığımız, duyguların önemini kendi benliğimizin egomuzun ardına atarak fiziksel olarak etkileşime giremediğimiz neticesi ile kimliğimizi, duygularımızı, içtenliğimizi ve sıcakığımızı kablolarla bağlamayı seçtiğimiz sanal dünyaya aktardığımız bu dönemde aslında bizim öykümüz.


0 yorum:

top