25. Kare

 The Fight Club'la başlayalım.

Niçin bu film? Bir kere adına bakarak bunun bir dövüş filmi olduğunu zannetmeyin.

“Gün gelir sahip olduklarınız, size sahip olmaya başlar!” sloganı ile Modern insanın tüketim merkezli hayat tarzını sorgulayan ve aynı zamanda şizofren (çift-kişilikli) bir şahsiyeti anlatan bir filmdir dövüş kulübü.

Edward Norton ve Brad Pitt’in başrollerini paylaştığı ve David Fincher’in yönettiği bu film, 2000 yılında Empire Ödülü (İngiltere), 2001’de En iyi DVD, en iyi DVD anlatımı, en iyi DVD özel içerikleri ödülünü almıştı. 2005 yılında Total Film magazin ödüllerinde (UK) “Dünyanın bu güne kadar gelmiş geçmiş en iyi film ödülüne layık görülmüştü.

Gerçekten çok etkileyici bir filmdir. Moderniteye karşı çıkarak :

“Gün gelir sahip olduklarınız, size sahip olmaya başlar”
“Her şeyi kontrol etmeyi bırak ve rahat ol…”
“Nefret ettiğiniz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyorsunuz.”
“Seyrettiğiniz reklâmlar yüzünden araba ve kıyafet değiştiriyorsunuz.”
“Sizler paranız kadar iyisiniz.”
“Siz işiniz değilsiniz…”
“Bindiğiniz araba değilsiniz.”
“Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz” diyordu.



Şimdi, “Dünyanın bu güne kadar gelmiş geçmiş en iyi film öülü”ne lâyık görülen bu filmdeki 25. kareleri yakalayabilmek ve filmdeki her saniyeyi kare kare izleyebilmek için önce ;

1. Filmi bilgisayarınıza kaydedin.
2. Mediaplayer ile izlerken film sahnelerini 1/16 “Slow / yavaş” izleme modunda.
3. “klcodec” ile izlerken alttaki ok işaretlerinden “Decrease Speed”e üç kez tıklayıp filmi en yavaş haline getirmeniz gerekmektedir. Böylece her saniyeyi yaklaşık 5 saniyede izleyecek ve her kareyi tek-tek yakalayabileceksiniz.




Bilinçaltını etkilemeyi hedefleyen mesajlara “subliminal” adı verilir. Genel olarak “bilinçaltına yönelik gizli mesajlar olarak ifade edebiliriz. Kişinin bilinçaltına ‘’subliminal’’ mesaj göndermenin birçok yolu bulunuyor.

Bunlardan en çok kullanılanları :

1. Dijital ses dosyalarına gizlenen işitsel yolları.


2. Gözle algılanamayacak kadar kısa süreyle ve sık patlayan flaşlar şeklinde sinema ya da televizyon görüntüsü yoluyla bilinçaltına itilen 25. kareler.

3. Reklam afişleri, logoları ve benzeri nitelikteki görsel malzemenin içine saklanmış şekil, kelime ve rakamlar.

Bu yöntem, bir ürünün reklâmını yapmaktan, bir inancın ya da görüşün propagandasını yapmaya kadar varan geniş bir yelpazede kullanılmaktadır. Görsel ve işitsel olarak (bilinçli) algılananlar değil; bilinçaltı seviyesinde algılanan söz, resim, görüntü ve şekillerden oluşur.

Bunlardan en çok kullanılan Dijital ses dosyalarına gizlenen ses mesajlardır. Üzerinde oynanabilirliği ve işlenilmesi ve yayılması daha kolay olduğundan MP3 dosyaları gizli mesaj için biçilmiş kaftandır diyebiliriz. Peki, sistem nasıl işliyor?

İnsan kulağı sadece belirli frekans aralıklarındaki sesleri duyabilir. Eğer siz bir müzik parçasını rahatça duyabiliyorsanız, bu sizin duyabileceğiniz frekans aralığında olduğunu gösterir. İnsan beyninin algısı ise, bundan daha düşük ya da daha yüksek frekansları algılayabilecek kapasitededir. Dikkat ediniz : “duyabilecek” demiyoruz, algılayabilecek diyoruz.

Yani, kulağımız ancak belirli bir frekans aralığındaki sesleri duyabilir. Fakat beynimiz bu aralığın çok daha ötesindeki sesleri algılar, hisseder.

Bilinçaltı ve bilinçaltının özelliklerini anlattığımız zaman, ne demek istediğimizi çok daha iyi anlayacaksınız. Ancak şimdi öncelikli olarak bu subliminal mesajların neler olduğunu ve nasıl işlendiğini sizlere göstermemiz gerekiyor.

8-12 hertz dalga boyundaki subliminal mesaj içeren bir MP3′ü kulağınızla dinlersiniz, ancak içindeki gizli mesajı beyniniz dinler. Bu esnada kulağınız hiçbir şey duymaz. İnternette ve paylaşım programlarında bilinçaltı mesajları içeren MP3 dosyaları bulunmaktadır. Hatta bu gizli mesajları frekans aralıklarına göre analiz ederek ortaya çıkartan yazılımlar dahi vardır.

25. KARE

Kişinin bilinçaltına subliminal mesaj göndermenin birçok yolu olduğunu söylemiştik. İşte bunlardan bir diğeri de 25. kare tekniğidir. Peki, nedir bu 25. kare?

Gördüğümüz bir anlık görüntü, 655 satır ve frame/çerçeve denilen 24 küçücük kareden oluşur. Sinema bandında, saat, dakika, saniye olarak bir diziliş vardır. Saniyeden sonra kare gelir ve bir saniye 24 karedir. Her 24 kare ise bir ekran büyüklüğündeki kareyi oluşturur. Her 327.5 satırda bir de "control-track" denilen aralık vardır. İşte bu aralıktaki görüntüler kesilip, aralarına başka görüntüler atılarak 25. kare oluşturulur ve bu son kare olan 25inci kare anlıktır. Yani görüntü saniyede 1/24 olacakken, bu 1/25'e çıkar. Kareler 25 olunca bir anda bir görüntü gelir ve anında kaybolur. Genellikle görünmez, daha doğrusu görülür ama bilinçaltında kalır.

25. karenin temel mantığı da mesajı bilinç-altına göndermek olduğu için, artık dünya sinema sanayisinde bu tekniği kullanmayan yok gibidir. Yani sizler evlerinizde rahat koltuklarınıza oturup herhangi bir televizyon kanalındaki herhangi bir dizi/ film ya da bir belgeseli seyrederken aynı zamanda 25. karelerle bilinçaltınıza gönderilen mesajlara/ telkinlere/ saldırılara maruz kalabiliyorsunuz.

Göz bunları görmüyor ama saniyenin üç binde biri gibi bir zaman aralığında bu görüntü bilinçaltına ulaşıyor. Bu gizli mesajlar sayesinde, o reklâmı, diziyi, filmi ya da herhangi bir resmi hazırlayan kişi/ yapımcı/ yönetmen kendi hedefine, niyetine ve ideolojisine göre vermek istediği mesajı 25. karelerle bilinçaltına göndermiş oluyor.


PEKİ, GÖREMEDİĞİMİZ HALDE NASIL ETKİLENİYORUZ BU 25. KARELERDEN?

Bu adamlar zaten açıktan açığa bu işi yapıyorlar. Filmlerle, reklamlarla her türlü mesajı veriyorlar. Buna rağmen niçin böyle gizli bir kare uyguluyorlar?

Cevabı çok basit; Çünkü gördüğümüz zaman bu kadar etkili olmuyor. Çünkü kişi, bilinçli bir tercih ile gördüklerini veya duyduklarını ya reddediyor ya da kabul ediyor. Çünkü baştan önüne seçenek olarak getirilmiş oluyor.

Fakat bu, öyle bir şey ki insan onu görmüyor, duymuyor ve hissedemiyor, yani bizlerin algı frekanslarımızın tamamen altında veya üstünde yer alıyor. Böyle bir şeyi kabul yahut reddetme gibi bir olanağımız var mı? Elbette hayır.

İşte 25. karenin ve subliminal reklamların temel mantığı budur! Hedefteki kitlenin bilinçli tercih hakkını gasp ederek, onları gizlice zehirlemek!

Bu işi yapanlar insanı ve insanın yaratılışını çok iyi biliyorlar. 1900’lü yıllara kadar uzanan bir geçmişi var bu tür çalışmaların. Psikolog ve psikanalistlerin insanla ilgili uyguladıkları, gözlemledikleri ve deneylerle ortaya koydukları bilgi ve bulgulardan yola çıkarak “İnsanı nasıl etkileyebiliriz” sorusuna cevap aradılar. İlk başta ticari hedefler ve büyük şirketlerin mallarını halka pazarlamanın bir yolu olarak gördüler bu bilinçaltı telkinleri. Daha sonra ise bu taktiği öğrenen her kişi ve her yapımcı kendi niyet, inanç ve ideolojisine göre vermek istediği mesajları bu yolla insanlara zerk etmeye başladılar.

25. KARE NE ZAMAN VE NASIL ORTAYA ÇIKMIŞTIR?

Bilinçaltının bütün görüntü, ses ve resimleri kaydetme özelliği 1900’lü yıllardan beri insanları yönlendirmek için kullanılmaktadır.

1900’lü yıllarda Knight Dunlap adında Amerikalı bir psikoloji profesörü gözbağcılık gösterisi yaparken bilinç gücüyle algılanmayan “hissedilemez gölgeler” kullanarak aynı uzunluktaki 2 çizgiyi seyircilerin farklı ölçülerde algılamasını sağlamıştı.

İşte buradan hareketle bilinç-altını hedef alarak mesaj göndermeyi hedefleyen ve adına subliminal mesajlar denen bu tür reklamlar ilk kez 1950'li yıllarda Amerika'da ortaya çıktı.

James Vicary adlı reklamcılık uzmanı, sinema salonlarında yaptığı bir deney sonucu patlamış mısır ve kola satışlarının arttığını iddia etti. Bu deneyde film perdede oynarken, saliselik görüntüler hâlinde gözle görülemeyen gizli kareler ve gizli mesajlarda : “patlamış mısır ye” ve “kola iç” sloganları çıkıyordu. Seyirci bu sloganları bilinçle algılayamadığı hâlde, bilinçaltına hitap eden bu sloganlar neticesinde kola satışlarının yüzde 18.1, patlamış mısır satışlarının ise yüzde 57.7 arttığı görüldü.

Bu şekilde, bilinç-altına yönelmenin reklamın etkinliğini artırmada daha işlevsel olduğu görülmüştür. İşte o gün bugündür uygulanan 25. kareler sadece bir insanı ya da bir topluluğu değil; bütün insanlığı tehdit etmektedir.

Bir grup psikolog ve yazar bu konunun gündeme geldiği ilk yıllarda bu yöntemin uydurma ve efsane olduğunu ve insanları etkilemeyeceğini söylediler. Ancak, beyin dalgalarını ölçen teknolojilerin gelişmesi ile gizli mesaj içeren reklama beynin daha farklı ve fazla tepki verdiği gözlemlendikten sonra, bu yöntemin etkisi ispatlanmış oldu.

Cold OST - Avoiding Reality



Soğuk adlı kısa filmime orjinal besteleme yapan Panos Panakos'un filmdeki orjinal çalışmalarından biri.

Tanrı'nın Sineması - 1




Hepimiz biliriz yaratılış hikayesini, hani kutsal kitaplarda yazar ya... ama açıpta okumamışızdır bir kere, kulaktan kulağa bir şehir efsanesi olarak yayılmıştır. Çok küçükken Adem ile Havva kazınmıştır artık kulağımıza, biliriz ki ilk insanlardır ama işin aslını daha bilmeyiz. Bir masal gibi anlatılmıştır bize... ama bilinmez ki kırmızı başlıklı kızdan tutun biz erkeklerin çok sevdiği pinokyo öyle bildiğimiz hikayeler ve masallar değillerdir... çok derinlerde bir yerlerde anahtar vardır o anahtar zaten bulunmuştur ve masallar içindeki anahtarlar saklanarak anlatılmıştır bize... çok hoş hikayeler diye sevmişizdir küçükken, bilinç altımıza işlenmiştir bir kere. Adem ile Havva'nın hikayeside öyle hani... aklımızda olanlar elma,yılan(şeytan),ve Tanrı. Bu üçü arasında geçen masal gibi ama pişmanlık dolu bir hikaye. Hiçbir şey var olmadan önce Tanrı vardır diyoruz... kara olmadan boşlukta olan suyun üzerinde uçan bir kutsal yüce. Hayal edemeyeceğimiz biçimde kara bir boşluk... elbette ki herşeyi yapabilen Tanrı, gücüne akıl sır erdiremeyeceğimiz Tanrı demiştir ki ; Tek başıma bu kadar güçlü olsam ne olacak acaba... bana bir şeyler lazım.. ki benim Tanrı'lığımı onlar onaylasın... hani Tanrı iken zaten Tanrı olayım tek başına Tanrı zaten Tanrı değildir değil mi ? Neyse efendim Tanrı diyor ki ; Işık olsun karanlık aydınlansın ışık oluyor... kara olsun diyor kara oluyor... bu kara üstünde çeşit çeşit canlılar olsun diyor hayvanlar ve bitkiler oluyor...suyun içinde envai çeşit yaratıklar olsun diyor deniz canlıları oluyor... herneyse bütün bunlar oluyor... birşey eksik ama.. elbette ki bu kadar canlının arasında bu canlılara hükmedecek bir üstün varlık daha lazım diyor.. ve insanı yaratıyor... bu varlık öyle yüce olsun ki benim suretimde olsun dünyayı ona hediye edeyim diyor. Ve Tanrı Adem'i yaratıyor.. güneşi yaratıyor gezegenleri yaratıyor... akşam oluyor gece oluyor 6 gün yoğun geçen günlerin ardından 7.gün dinlenmeye karar veriyor. Neyse efendim Tanrı, Adem'i yarattıktan sonra ona yaşam gücü vermek adına kendi nefesinden üfleyerek can veriyor.. Adem canlanıyor tanrının cennettinde...ama yok Adem günler geçiriyor bir şey eksik arkadaş... bu adamın canı sıkılıyor... Tanrı görüyor ki birşeyler yolunda gitmiyor. Tanrı düşünmeye koyuluyor... Adem ise hayvanlar arasında kendine eş arıyor... ve Tanrı o an düşünüyor "buldum.!".



 Tanrı, Adem'den bir parça alarak ona bir eş yaratmaya koyuluyor, neyse yapıyor birşeyler Adem'e sunuyor... ama o da ne Adem surat büküyor... Adem'e benzeyen bir dişi var karşısında ama beğenmemiş Tanrı'da diyor ki haklısın ben de beğenmedim, neyse efendim tekrar birşeyler yapmaya koyuluyor. Ve Lilith'i yaratıyor. Lilith ve Adem Tanrı'nın bahçesinde hayatlarına devam ediyorlar... ama aralarında bir husumet oluyor... Kavga ediyorlar.. cinsel ilişki sırasında kim kimin üstünde olacak kim altta kalacak falan efendim. Bir uzlaşma olmuyor tabi ki. Herneyse bu sırada Şeytan dediğimiz o hepimizin kafasında korku yaratan o canlıya gelirse sıra, Tanrı, melekleri eşliğinde Lilith'i yaratırken aynı zamanda Lilith'e dair söylüyor ki ; Hepiniz beni çok seviyorsunuz ve bana tapıyorsunuz... işte benim suretimde olan bu varlığada tapacaksınız diye Adem'i gösteriyor. Herneyse işler burada karışıyor işte, Lilith surat ekşitiyor, Şeytan o zaman şeytan değil bir melek çok sert çıkıyor... Tanrı huzurunda diyor ki şeytan ; " Ben seni öyle seviyorum ki !! Sana bakmaya kıyamıyorum ki nasıl benden sana benzeyen birini sevmemi beklersin ? Ben senden başka kimseyi sevemem !" diyerekten Tanrı'nın bu isteğini yerine getirmeyi ret ediyor. Efendim Tanrı bunun üzerine diyor ki ; " Olmaz öyle şey ! Eğer beni gerçekten çok seviyorsan isteklerimide yerine getireceksin yoksa seni edebiyen azaba gönderirim !" Efendim bunun üzerine Şeytan yine nuh diyor peygamber demiyor.. Tanrı'ya tekrardan " Ben sende başka kimseye diz çökemem ve sevemem !" Efendim Tanrı'nın siniri bozuluyor tabi..ve " Peki o halde... seni meleğim olmaktan çıkararak edebiyen azaba gönderiyorum !" diyor. Şeytan Tanrı'ya bunun üzerine şunu söylüyor " Bana bir şans ver ki... sana bu tapmamı istediğin varlığın gerçekten sevilmeye değmeyecek olduğunu göstereyim.. izin ver onlarla yaşayayım." Tanrı şöyle bir düşünüyor tabi, sonra karar veriyor tamam diyor. Lilith'le Şeytan'ı Cennettine indiriyor eş zamanlı olarak. Adem ile Lilith bu musubetleri yaşarken tabi Şeytan kurnazlıklar düşünmezmi. Herneyse zaten Lilith baştan beri Adem'in üstünlüğünü kabul etmeyerekten sürekli tartışma içerisine giriyor. Adem bir gün Tanrı'ya şikayete gidiyor.

 " Yahu Tanrım senin bu bana yarattığın eş.. sürekli kavga ediyor benle, dediklerimin hiç birisini kabul etmiyor. Bunun üzerine Tanrı hiddetlenerek " Olmaz öyle şey !!" derken Lillith'i huzuruna çağırıyor ama o da ne Lilith ortalarda yok... Şeytan aldı götürdü deriz ya işte belki ordan gelmedir. Lilith ve Adem efsane hikayesinin doğruluğunu ve yanlışlığını ben bilemem ancak Zohar yani Musevi Kabbalası'nın yorumlarında Lilith ile ilgili muhtemelen daha eskilere yönelik göndermeler vardır.



İsterseniz efsaneye bir göz atalım:
''Tanrı Adem'i yarattıktan sonra onun yalnız olduğunu gördü ve adamın yalnız olmasının iyi olmadığına karar verdi. Tanrı Adem için topraktan bir kadın yarattı ve ona Lilith adını verdi, ama Adem ve Lilith kavga etmeye başladılar. Lilith Adem'le yatmak istemiyor, birleştiklerinde hep üstüne çıkmasına karşı çıkıyor ve kendisinin de Adem gibi topraktan yaratıldığını yani eşit olduklarını söylüyordu. Anlaşmazlık sürdü gitti, ta ki Lilith Tanrı'nın kutsal isimlerinden birini kullanıp göğe uçuncaya kadar. Adem Tanrı'ya dua etti ve kadının kendisini terk ettiğini söyledi. Tanrı üç meleği görevlendirerek Lilith'i geri getirmelerini geri dönmezse hergün yüz çocuğunun öleceğini söylemelerini emretti. Ama Lilith geri dönmek istemedi. Tanrının adına yemin ederek meleklere onların adı ya da şekilleri yazılı muskaları taşıyan çocuklar koruya- cağını söyledi.O günden beri Lilith meleklerin isimlerini gördüğünde yeminini hatırlar ve küçük çocukları korur

Efsanenin bir diğer versiyonu ise şöyle;

Tanrı Adem adını vediği ilk insana yaşayan her canlının adını öğretir, ve dişi, erkek olarak iki cins olduklarını gösterir. Adem birer çift olan canlıların birbirlerine duyduğu aşkı kıskanmaya başlar ve Tanrı'ya bu haksızlığı gidermesi için yalvarır. Tanrı ilk kadın Lilith'i yaratır. Onu da Adem gibi oluşturur ama bu kez saf toprak yerine Adem'de arta kalan tortuları kullanmıştır. Adem ile Lilith hiç bir zaman barış içinde olmamıştır. Adem ne zaman Lilith'le yatmak istese reddedilmiştir. Çünkü Lilith yere uzanmak istemez ve ''Niçin seninle yatmalıyım? Ben de topraktan yaratıldım ve seninle eşitim'' der. Adem ona zor kullanınca da öfkeyle karşı koyar veTanrının adını kullanarak göğe yükselip onu terkeder. Melekler Lilith'e gecikmeden Adem'e geri dönmesini söylerler. Lilith ise;''Tanrı beni yeni doğmuş çocuklara yaşam vermekle görevlendirdi. Yemin ederim onları esirgeceğim''der. Lilith'in sözü kabul edilir.

Evet arkadaşlar bu hikaye sürüp gidiyor aslen... daha devam edeceğiniz ama şu ana kadar olan tesiri söyleyim şu ana kadar görebildiğimiz günümüzdede süregelen ve tamamiyle çözümlemesi imkansız olan Erkek ve Dişi ikilemi ve aralarındaki husumet. Bu hikaye okuyanı hem rahatsız ediyor hem de tatlı bir tebessümle okutuyor çünkü küçükken bizlere okunulan ve anlatılan masallar gibi... tatlı geliyor.. ama masalın içindeki anahtarı o ufacık beyinlerle nasıl bulacağız değil mi ? Neyse jeton paraşütle düştü misali.. konuya devam edersek Havva'yı Adem'in yanına getirmeden önce bu konularla başlamamın nedenini şöyle açıklayım sizlere ; Herşeyin kaynağı bu, herşeyin başlangıcı bu... bir husumet... cennetten kovulan biz ! İnsan dertli olmasa... neden karamsar şekiller yapsın ? Konuya en başından başlamayacağım da nerden başlayacağım değil mi ? Tam tersi yine insan mutlu olsa mutluluğunu niye şekillere vurmasın ? Ama olamıyor işte baştan süregelen bir husumet var. Her neyse... bu hikaye şu anlık bana günümüzde çok değer verdiğim sinemayı gerçekten tam anlamıyla idrak eden Danimarka'lı yönetmen üstat Lars Von Trier'in sözünü hatırlatıyor bana. ne demiş üstat


" Bir film, ayakkabının içindeki taş gibi olmalıdır".


Yahu üstat öyle açıklamış ki 3 kalıba sığdırmış koskoca sinemayı... ne diyor burada ? Bir yolda gidiyorsunuz ayakkabınızın içine taş girmiş ulan aceleniz de var şimdi.. ayakkabıyı çıkarıp çıkaramıyorsunuz da taşı... üstelik etrafta kalabalık insanlar ne yapıyor bu diye bakacak... ama efendim neyse yürüyorsunuz taş elbette ayağınıza batıyor falan acıtıyor.. ama taş içinde oynuyor ayakkabının bazende ayağınızın altından çıkıyor rahatlıyorsunuz bir süre falan ama yürüdükçe ayakkabı içinde oynuyor taş tabi. İşte böyle bir filmde mutlu olabildiğiniz kadar rahatsızda olmanız gerek diyor üstat.. çünkü kaçınılmaz bir gerçek olan mutsuzluk ve rahatsızlıktan ne kadar kaçarız ne kadar sırt döneriz ! Efendim ki bu adam Antichrist filmiyle dünya ile alay etmiş.. aslında meselenin kaynağına dönmüş modern bir Adem ve Havva konsepti işlemiş, aslında AntriChrist'in yani şeytanın bizim kafamızda kurguladığımız ateşler arasında olan zebani tarzı birşey değilde, Kadının ta kendisi olarak tasfir etmiş. Her neyse efendim bu yaratılış hikayelerinden yola çıkarak görüyoruz ki günümüzde bir çok sanat öğesi ne barındırıyor ? Dinlediğimiz müzikler, okuduğumuz şiirler.. izlediğiniz filmler... ne ile alakalı... %95, Aşk ve Kadın dersiniz değil mi çünkü kaynak o... karşıt cinsleri ortadan kaldırın ve öyle bir dünya düşünün... düşünemezsiniz... olsa dert olmasa dert.. çıkış yok. Ama efendim demeyin bana işte zorlu şartlar altında çalışan insanlara, askerlere falanda yazılan şiirler var illa karşı cinse yazılması gerekmiyor ya da aşk konulu olmayan filmlerde var. Ama bakın ne diyorum... kaynak bu.. yaranın ta kendisi o.. yara zamanla tedavi edilememiş ve tüm vücuda yayılmış efendim şimdi mikrobun kaynağını bulamıyorsunuz. Biz artık rahatsız olmalıyız... izlemeyin mutlu sonla biten filmleri... koskoca yalanlar çünkü onlar.. insanın kendini yalandan tatmin etmesi... biz Tanrı'nın Sinemasını idrak etmeliyiz... en kısacası bir yönetmen'in bir sanatçının işi o olmalı. Duygular dışa vurulmadıkça...içeride bizi yavaşça öldürecektir. Ama gelin görün ki bizim bildiğimiz Sinema şu an Tanrı'nın sineması değil de yine Şeytan'ın secde etmeyi ret ettiği insan sayesinde manipule olmuş biçimde tıpkı dünyanın ta kendisi gibi... niye Şeytan'a suç atarız ki...Tanrı'yı bizden daha çok seven Şeytan'a İnsan şeytan'dan daha tehlikeli olduğunu çoktan kanıtladı ve şeytan haklı çıktı. Ama var işte hala var.. Tanrı'nın Sinemasını idrak eden. Size şunu söylemeleyim ki şahsi mesele olsada Tanrı'nın Sineması benim için dinden daha da öte zira yine insandır Tanrı'nın dinlerini bozan... şeytan değil ?! Erma Bombeck Amerikalı gazeteci ve mizah yazarı bir kere demiş ki ; 

"Tanrı'nın huzuruna çıktığımda umarım ki en ufak bir yeteneğimi dünyada bırakmamış halde ve ona " Bana verdiğin herşeyi kullandım" diyebilirim."


 Elbette ki sinema dünyaya çok çabuk hızlı bir şekilde yayılan hitap etme tarzı olarak çok yaygınlaştı bu da sinemanın esas anlamının kaymasına yol açıyor... insanlar şunu bilmiyor bence, eline her kamerayı alan aslında çok kutsal bir şey yapacak ama... esas amacını biliyor mu ? orası muamma... Tanrı'nın Sineması devam edecek elbette. Biz yalan dünyalarda yaşamadıkça.



Ölümcül Derecede Kısa Film Manifestosu

* Kısa filmler, konulu filmler için veya televizyona çıkmak için yapılmış birer kartvizit olarak kullanılmamalıdır.
* Kısa filmler, yönetmenin sinematografi veya düzenlemedeki yeteneğini ispatlama amaçlı, teknik becerinin vitrini olmamalıdır.
* Kısa filmler için uygun süre koşulu olmamalıdır. Gerekirse bir kaç saniye uzun ve az olabilmelidirler.
* Kısa filmlerin, son dakika dönüşüyle her şeyi sonuca bağlayan sınırlı bir sonu olmamalıdır, ama tanıtma yazısı dönmeye başladığında devam edecekmiş hissi vermelidir.
* Ksa filmler, izleyiciyi düşünerek yapılmamalıdır veya izleyicinin son dakikada bir olay olmasını veya mutlu sonla bitmesini isteyeceğine inanılmamalıdır.
* Kısa filmler türlerle sınırlanmamalıdır.
* Kısa filmler çalar saatin susması ve ana karakterin aydınlık bir odada uyanmasıyla başlamamalıdır.
* Kısa filmler sadece ve sadece yönetmen için yapılmalıdır, potansiyel izleyicilerin etkisi altında kalmamalıdır. Bu yönetmen adına mutlak dürüstlüğü ispatlayacaktır.

Philip Ilson



Modern Fetih !!!




Çocukluğumdan beri filmlerle haşır neşir olan bir adamım. Açıkçası epik bir savaş filmini Yüzüklerin Efendisi üçlemesiyle tanıdım. O filmden önce Tolkien'in böyle bir üçleme yaptığını bilmiyordum aslında kitapları görmüştüm ama filmle bir bağlantısı olabileceğini düşünmemiştim çocukluk işte. Herneyse 2000'li yıllarda global sinema olarak oldukça düşüşe geçti sinema dünyası. 60 lı yıllarda Ben-Hur gibi şaheserin varlığını sayarsak 2000'den sonra Gladiator,Truva,Cenettin Krallığı gibi filmlerle coştuk. Amerikanların kurgusal veya kurgusal olmasada abarta abarta kurgusaldan bir farkı kalmayan sahte tarihsel filmleri izleyerek büyüdük biz. Çok ta memnun oluyorduk aslında. Tarih dedik....tarih demek gerçeklik demekti. Tarih'e kimler geçerdi peki önemli olaylar, harpler, kumandanlar... akıl dışı insanlar, cesur insanlar. Tarih'e baktığımızda dünyanın %75'ne yakın hükmeden bir imparatorluğun gerçekleri ortadaydı insan büyüdükçe kendi kendine düşündü... yahu biz niye bir Çanakkale Savaşı ve en önemlisi İstanbul'un Fethi'ni sinemaya aktaramıyoruz. Bu sorulara bir çok cevap vardı sadece ve sadece yerel sinema değil, global sinemayı ilgilendiren cevaplardı aslında. Kısaca üstünden geçecek olursak Kapitalizm'in altın tozu dediğimiz olayın ta kendisiydi.. Sinema dediğimiz olay gerçekleri veya kişiye göre değişebilecek gerçekleri soyut olayları,duyguları,hisleri bir şekle dönüştürme harekete geçirme fiili dedik. Sanatçı yaptığı eylemle kendi kendini tatmin eder dedik. Gelin görün ki 7.Sanat dediğimiz sinema da daha fazla direnemedi ve dünya düzenine ayak uydurmaya başladı.. popüler kültür.. izleyicilerin zevk alacağı.. duygularını daha iyi tatmin edebileceği filmler artık kol geziyordu.. sanat elementleri gerekirse yok sayılıyor sinemanın kapitalist babaları yapımcılar her türlü müdaheleden çekinmiyorlardı. Zira Holywood yönetmenleri bile bu sistemde kişilik bölünmesi yaşadıklarını milleti eğlendirmek ya da ağlatmak için mi film yapacağız yoksa kendimiz için mi gerçeğinin arasında kaldıklarını her defasında dile getirdiler. Tek şikayetleri filmlere müdahele edilmesiydi. Çünkü tonla paralar dökülen filmlerde yapımcılar Box Office'da kaybetmeyi göze alamaz en azından harcadığı miktarı kurtarmaya bakarlardı. Bu yaptırıma rağmen 90 lı yıllarda  parasızlıktan önleri tamamen kesilmeye başlanan yönetmenler isyan noktasına geldi... sinema akımları başlattı manifestolar yazdı ama neticede kazanan yine "Para" idi. Türkiye'de durum farklı değildi her ne kadar avrupa'da tek tük sanatsal filmlere rastlasakta Türkiye hala sinemasal kimliğini bulamayan bir ülke konumundaydı. Filmler sadece ticaret aracı kullanılıyor esas amacı olan kişinin dünya görüşü, hislerini ve duygularını 4-5 kıtaya birden yaymak maksatı ile değil. Onlardan biri de Recep İvedik 3 lemesinin ta kendisiydi. Faruk Aksoy'a ilk filmin gişe başarısı o kadar tatlı geldi ki art arda diğer 2'sini patlattı ve küçük bir ikramiye sahibi oldu. Bilemezdik ki Faruk Aksoy bu paralarla bu kadar ciddi bir şey düşünecek.. Recep İvedi'ği yapanlarada ve yaptıranlarada küfürler sallıyorduk. Zira Faruk Aksoy Fetih 1453 projesini duyurunca tüm sinefillerde ayrıyetten Türkiye'nin önde gelen sinema adamlarında korkular belirdi. İsminden anlaşılacağı üzere bu konu şakaya alınacak ve riske atılacak bir konu değil önemi oldukça büyük.. hatta ve hatta siyasal olarak bile bazı ülkelerle diplomatik bir kriz yaratabilecek nitelikte bir konuydu. Faruk Aksoy kararlıydı... her zaman o sorduğumuz biz ne zaman epik bir Türk savaş ve tarih filmi izleyeceğiz.. bunu kim yapacak sorusunu duymuş olacak ki "Ben" diye haykırdı ve 17 milyon doları masanın üstüne çarptı. 17 milyon dolar demek Türk Sinema tarihinin en pahalı filmi olacak demekti. Hiç bir babayiğit şu ana kadar bu cesareti gösterememiş bu filmin büyük paralalarla yapılabileceği biçiminde kimse eline cebine atamıyor ya gişede başarısız olursa korkusundan atılım yapamıyorlardı. ( Ridley Scott böyle bir konuyu sinemaya aktarmaktan gurur duyacağını ancak ve ancak Vatikan dahil Amerikan sinema endistüri kurumlarının Ridley Scott'a böyle bir işe kalkışma baskısı yüzünden Ridley Scott'un bu projeden vazgeçtiği söylentileri var ). Faruk Aksoy'un kendine olan güvenci tam ki 17 milyon dolar ki böyle bir film için oldukça az bir miktar.. koca tonluk taşın altına girmeyi kabul etti ya ezilecekti ya da halk onu oradan çekecekti. Şimdi boşverelim Faruk Aksoy'u Faruk Aksoy kendine göre doğru olanı yaptı.. peki ya Türk sineması adına bu atılım doğru oldumu... bana göre hayır.

Acele "Fetih" Olmaz. İstanbul bile yaklaşık 55-60 günde fethedildi !

Acele dedik... Faruk Aksoy, Recep İvedik filmlerini boşuna yapmadığını göstermek için acele etti. İstanbul'un Fethi gibi Türk halkının gurur duyacağı çağ kapatan önemli bir olayı aldı ve yanlış yaptı.. kimse almasın demiyorum ama 17 milyon dolara elinden geleni yaptığını filmi izledikten sonra her ne kadar görmüş olsamda böyle bir konunun.. açılış ve patlama olarak seçilmesi çok yanlış bir tercihdi bence.. Türk sineması beklenen patlamayı elbette yapacaktı tek engel paraydı ama İstanbul'un Fethi projesi için çok acele edildi...ki bu unsur umarım ilerde daha yüksek bütçelerle çekecek yapımcılar için bu konu daha önce zaten yapılmıştı diye düşünüp heves kırmaya  yol açmaz.

Oyunculuk Unsurları

Devrim Evin, yerli olarak düşündüğümüzde Fatih Sultan Mehmet için ideal bir benzerlik gibi duruyordu. Özellikle burun kısmı özelliklemi benzetilmiş bilmiyorum ama cidden benziyordu. Ancak şunu maalesef söylemem gerek ki Fatih Sultan Mehmet, tarih hikayelerindeki gibi asil,cesur,bahadır ve karizmatik olarak yaratılamamış. Kingdom Of Heaven filminde Kral Baldwin maskesiyle bile daha havalıydı. ( Bana göre en güzel tercih Fatih için Eric Bana olurdu. )

Ulubatlı Hasan'ı oynayan İbrahim Çelikol bana Yüzüklerin Efendisi karakteri Aragorn'u hatırlattı oyunculuğu gayet başarılıydı. Özellike teke tek kılıç dövüş sahneleri başarılı çekimleriyle filmde ön plana çıkmış.


Kurgusal Fetih'de olmuş !!

Her ne kadar Fetih olayında Ulubatlı Hasan'ın varlığı hala tam olarak bir muamma olsa bile gerçektede filmde olduğu gibi Fatih'in kankası değilde artık sur önlerinde son mücadelede Fatih'in sur üstünde sancağı ilk diken askeri merak etmesi üzerine öğrendiği askerdir. Zira Fatih kanlı mücadelede üzerinde 20-30 civarındaki sur üzerinde Osmanlı Sancağı sallayan Ulubat'lıyı görmüş ve merak ederek yanındaki askere " Tez söyleyin bana kimdir o asker " yanındaki "Ulubatllı Hasan'dır" sultanım." demiştir. Olay böyle cereyan etsede daha filmin ilk başlarında Ulubatlı Hasan'ı Fatih'le kılıç talimi yaparken görüyoruz. Kanka gibi birbirlerinden hiç ayrılmıyor aralarında Sultan - Asker ilişkisi bile yok.  Senaryo bakımında çok hata var sadece spesifik olanlarına bakarsak Ak Şemseddin'in sonradan olaylara dahil olması... İstanbul'un Fethin'de önemli bir yere sahip olan karadan gemi yürütme olayının sıradan bir olaymış gibi sadece üstünden geçilmesi..bla bla bla...bir diğer unsura gelirsek bir çok mekanda ve bir çok insanın önemi olduğu bu olayda Faruk Aksoy kurgulamada gerçekten zorlanacaktı zira zorlanmış ki ne yapacağını şaşırmış.. Film elbette ki F.Sultan Mehmet etrafında geçecek ama filme daha çok duygu,aşk ve geçiş öğesi kazandıracak şeyler aramaya başlamış. Ulubatlı Hasan, Urban Usta ve kızı onun kurbanı olmuş.

Atmosfer ve Görsellik

Filmin en zayıf noktası'da burası işte F.Aksoy demiş ki 17 Milyon Doların çeyreğini bilgisayar efektlerine yatırdık. Evet çok sırıtmayan bilgisayar efektleri var ama çekimlerden o kadar bariz belli ki bu Greenbox dediğimiz olay bas bas bağırıyor özellikle filmin başında bilgisiyar yapımı kartalın İstanbul'a uçusu ve 1450'li İstanbul'u yansıtmak için bilgisayarla matte paint tekniği ile yapılmış sanal bir şehir gözüme çok battı. Ama görsellik alay edilecek kadar elbette ki kötü değil. Ama bazı sahnelerde öyle ki gerek kamera açıları gerek bu greenbox filmin ciddiyetini düşürüyor. Ve daha kötüsü Troy ile antik Yunan'a kadar gidebilen ben.. Cenettin Krallığı ile Eski Kudüs'ü görebilen ve hissedebilen ben Fetih 1453 ile 1450'lerin İstanbul'unu göremedim koklayamadım. Renklendirmeler atmosferler o kadar acemiceydi ki sanki 2012 yılındayız İstanbul'un maketi yapılmış on binlerce kişi kostümler giymiş ve tekrar Fetih'i canlandıracak... filmin bana verdiği hava buydu maalesef beni o zaman geri götüremedi.

Müzik

Her ne kadar Imdb'de tema müziği Hans Zimmer yazsada filmin esas müzikerini Benjamin Wallfisch bestelemiştir. Çok ta kötüde değildir ama nerde epiklik diyorum. 1453 Fetih'in daha iyi müziklere ve daha iyi orkestraya sahip olması gerekirdi.

Sonuç Hüsran Mı ?

Sonuç hüsran değil ama Fetih 1453 bu kadar acele olmamalıydı görünüşe göre bu filmle Türk Sineması adını epey duyuracak ama bu olay bu kadar basit bir şekilde çok çabuk işlenmemeliydi. Biraz daha sabır daha iyi bir film getirebilirdi. Faruk Aksoy yine kazacağını kazandı ama bir yandanda ufakta olsa Türk Sinemasına zarar verdi bu seçimiyle... umarım Fetih olayı sadece bu filmle kalmaz ve ciddiyeti iyice kavranarak bu kez sadece yerel sinema adamları ile değilde uluslararası bir çapta proje olarak tekrar gündeme gelebilir.

KISA FİLMİN SUÇU NE?

Ülkemizde ne yazık ki, uzun yıllardan beri uğraş verilmesine karşın, kısa film yapısal varlığını gerçek anlamda oluşturamadı. Zaten bu sorumluluğu salt gönüllü girişimlerle ayakta tutabilmek olası değil. Kısa film, alt yapı, üretim ve dağıtım açısından, kendi başına bir sektör olarak ciddiye alınmadığı sürece bu başıboşluğun sürgit devam edeceğini söylemek hiç de zor değil.
Bir ülkede, kısa filmin gerçek anlamda var olabilmesi için bazı koşulların mutlaka yerine getirilmesi gerekiyor. Bunun en başında özerk bir “ Ulusal Sinema Merkezi “nin varlığı geliyor. Bu kurum içinde, kısa film bölümüne kapsamlı bir yer ayrılmalı. En az üç-dört katlı bir binaya, on beş kişi kadar sürekli çalışan bir kadroya, bilgisayar donanımlarına, arşive, film izleme odalarına, web sayfasına sahip olmalı. Giderler devlet bütçesinden sağlanmalı. Dünyadaki örneklere baktığımızda kısa filmin kendi başına bir sektör olmasının atar damarını bu alt yapının oluşturduğunu görüyoruz. Fransa'da “ Unifrance “, Yunanistan'da “ Greek Film Centre “, Macaristan'da “ Hungary Film Unio “, Meksika'da “ Instituto Mexicano de Cinematografia “ yada İran'da “ Iranian Young Cinema Society “ örneklerinde olduğu gibi.
Bir ülkede genç sinemacıların film üretimine katkı veren başka bir unsur ise nitelikli sinema okullarıdır. Bu yüksek okulların, bir fakültenin bölümü olarak değil, yetenek sınavı ile öğrenci alan ayrı birer eğitim merkezleri olarak çalışması gerekiyor. Daha ilk yıldan başlayarak, yönetmen asistanlığı, ses, kurgu, senaryo, oyunculuk ve sanat yönetimi gibi bölümlere ayrılması, uygulama ağırlıklı bir program izlemesi öneriliyor. Profesyonel düzeyde teknik alt yapıya sahip olması ve bu altyapıdan öğrencilerin yararlandırılması da önemli diğer bir koşul. Dünyadaki örneklere bakıldığında, Danimarka'da “ The National Film School of Denmark “, İngiltere'de “ London Film Scool “, Polonya'da “ Polizsh National Film-TV& Theatre School “, İsveç'te “ Swedish Film Institute “, İsrail'de “ Camera Obscura School of Art “ gibi okullarının bu özellikleri taşıdıkları, buradaki genç yönetmenlerin 16mm ve 35mm formatında çok nitelikli yapıtlar ürettikleri biliniyor.
Diğer önemli bir nokta, kısa film yönetmenlerine, proje aşamasından başlayarak, filmin gösterim aşamasına kadar ciddi parasal destekler sağlamak. Bu genellikle ülkelerin kültür bakanlıkları ve ulusal televizyon kanalları tarafından gerçekleştiriliyor. Ayrıca yurt dışında, kısa filmleri finanse eden ticari yapım şirketleri var. Örneğin Avusturya'da “ Sixpackfilm “, Belçika'da “ La Boite Production “, Fransa'da “ Premium Films “ gibi.
Günümüz koşullarında, nitelikli bir kısa film için gerekli olan bütçe 40.000 euro civarında. Türkiye'de bugüne dek ne kültür bakanlığının, ne televizyon kanallarının, ne de yapım şirketlerinin bu boyutta bir kısa film desteklediği duyulmadı. Bürokraside ağırlığını hissettiren ticari sinemacıların yanında, kısa filmciler hep arka planlara itildiler. Birkaç çok düşük, önemsiz destekle geçiştirildiler. Samimi ve önemli bir yaklaşım olan “ TRT Genç Sinemacılar Programı “nı ve birkaç yıl sürdükten sonra kaldırılan “ CİNE-5 Kısa film Yarışması “ nı ayrı tutarsak, genç yönetmenler, özellikle yeni açılan ve bütçesi sınırlı olan TV kanallarının, yayınlayacak bedava film aradıklarında akla gelen birer kimlik olarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar.
Kısa Film Festivalleri ve toplu gösteriler de, bu alanın önemli arenalarıdır. Oysa bizler, sinema yapmak isteyen ve bu serüvene kısa filmle başlayan gençlerin, festival kapsamlarında sürekli olarak önemsiz insan davranışı gördükleri, konuk ağırlamada en geri plana itildikleri, verilen ödül miktarları ve ödül törenlerindeki yerleri ile küçümsendikleri, jüri üyelerindeki isimlerin adet yerini bulsun kabilinde seçildiği bir ülkede yaşıyoruz. Örneğin bu günlerde gündemde olan “ Antalya Altın Portakal Film Festivali “, en iyi kurmaca ulusal uzun metraj filme 60 milyar lira parasal ödül vereceğini açıklarken, en iyi kurmaca uluslararası kısa filme 1,5 milyar lirayı yeterli görebiliyor. İlginç bir ayrıntı da şu; bu ödül ancak aylar sonra ödeniyor, üstelik ödül törenine katılmak için gereken gidiş dönüş giderlerini de ödül alan kişi karşılıyor. Ürgüp Belediye Başkanlığı ise, yaklaşık bir yıl önce sonuçlandırdığı “ Kısa Film Senaryosu” ödüllerini, üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına karşın, parası olmadığı gerekçesi ile ödemeyi ret ediyor. Bu örnekleri çoğaltmak çok da zor değil. Bütün bu davranışların kaynağında, kısa film yönetmenlerine ve yapıtlarına verilen değerin göstergeleri yatıyor.
Eğer ülkemizde, beklendiği ölçüde nitelikli kısa filmler üretilemiyorsa bunun başlıca nedeni yukarda çok kısaca değinmeye çalıştığım örgütlenme, üretim ve dağıtım koşullarının yerine getirilememiş olmasıdır. Kimse suçu gençlerimizde aramasın, kimse onları beceriksiz, yeteneksiz ve yaratıcılık yoksunu olarak tanımlamaya kalkmasın. Yıllardır çok yakından izlemeye çalıştığım bu genç insanların tüm bu zorlulara karşın hala heyecanla çalıştıklarını, bir gün bir şeylerin düzeleceği umudunu yitirmediklerini görüyorum. Parklarda, sokaklarda, meydanlarda ellerindeki küçücük amatör video kameralarla dolaştıklarını, videokaset alabilmek için bile aralarında para toplamak zorunda kaldıklarını, çekim yerlerine çoğu kez yürüyerek gittiklerini, teknik sorunlarını çözebilmek için çalmadık kapı bırakmadıklarını ve daha birçok şeyi iyi biliyorum. Ve bir gün uluslararası düzeyde, değer oldukları yeri alacaklarına da yürekten inanıyorum. Yeter ki hiç zaman yitirmeden, bu insanlarımızın benliklerinde taşıdıkları enerji ve sinema tutkusuna, yanıt verebilecek olgunlukta bir toplum olmayı başarabilelim.

Hilmi Etikan
Bu yazı Milliyet Sanat Dergisi Eylül 2003- Sayı 534

Copy Paste fetih!



'Fetih 1453' Hollywood'un oscarlı yapımlarının etkisinde kalarak Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesini beyaz perdeye taşıyor...
Yapımı yılan hikâyesine dönen Türkiye'nin en pahalı filmi nihayet vizyona girdi. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u almasını konu alan 'Fetih 1453' efektlerinden dekorlarına kadar birçok ilke imza attı ve daha çekim aşamasında büyük sükse yaptı. Ancak, yapılan reklamların ne kadar boş olduğunu filmi izleyince anlıyorsunuz. Meğerse 'Fetih 1453' koca bir reklam balonuymuş.

Kopya bir mantık izleniyor
İş tarihi bir film için ortaya milyon dolarları dökerek digital efektlerle izleyiciyi etkileriz, 'Hollywood'la yarışmak için yola çıkıyoruz' demek değilmiş. İş bakmakla görmek arasındaki farkı anlamakmış. Fetih 1453, oscar almış Hollywood filmlerinden "copy paste" sahneleriyle kendi tarihimizi kopya bir mantıkla anlatmaya çalıştığı için hayal kırıklığı yaratıyor.
('Fetih 1453'deki savaş sahneleri özellikle 'Yüzüklerin Efendisi', 'Cesur Yürek', 'Troy' ve 'Ben-hur' filmlerinden bire bir kopyalar içeriyor.)
İstediğin kadar savaşın içine Fatih'in karada gemileri yürütmesini, dev topların dökülmesini ve Ulubatlı Hasan'ı koysan da iş o kadar basit değil. Onları bir belgeseldeymiş gibi değil film gibi anlatmak ve izleyiciyi Ulubatlıyla beraber surlara çıkarmasını bilmek lazım...
Eğer bunların hiçbirini yapmaz ama filmini çoktan çekmiş olursan, harcadığın paranı kurtarmak için filmin ilk gösterimini cuma gününe değil perşembe gününe kaydırırsın. Hele 14.53'te ilk seans olacak diye yaygara koparırsan, kendini cümle aleme güldürürsün.
Nerede Yeşilçam'ın Kara Murat'ı, Tarkan'ı ve Battal Gazi'si nerede 'Fetih 1453'...

Ozan Akarı / ozan.akari@milliyet.com.tr


Woody Allen ve Onun Sineması

Woody Allen, gerçek adıyla Allen Stewart Konigsberg, şu anda 72 yaşındadır.  1966'daki ilk filmi “What's Up, Tiger Lily?” filmi ile başlayan yönetmenlik kariyeri, hemen her yıl çektiği ve çoğunda yer aldığı onlarca filmle bugüne kadar devam etti. Empire dergisi tarafından, gelmiş geçmiş en iyi yönetmenler listesinde 10. sırayı alan, Cannes Film Festivali tarafından yaşam boyu başarı ödülü ile onurlandırılan ve 20 Oscar adaylığıyla bu alanda bir rekoru elinde tutan Woody Allen'ın sinemasını bir miktar özetlemek ve okumak istersek eğer, filmlerinde kullandığı temaları ve biçimsel özellikleri sıralamak iyi bir başlangıç olacaktır.

Woody Allen'ın hem Amerika'da hem de Avrupa'da tanınmış “auteur” bir yönetmen olmasının nedenlerinden biri, filmlerinde kullandığı temaların, günümüz modern insanının varoluş sorunlarının derin analizini içermesidir. İçerik olarak kadın erkek ilişkileri, cinsellik, seks ve hayatın anlamsızlığını kullanan Woody Allen’ın sineması, bir romanın derinlikli anlatımının izlerini taşır. Olaylardan çok karakterler üzerine odaklanan ve onların kişilik analizlerini -çoğunlukla bir psikolog bakış açısıyla [Woody Allen, 40 yıldır düzenli olarak psikologa gitmektedir] derinlemesine işleyen filmleri, kendi deyimiyle Dostoyevski ve Tolstoy romanlarındaki gibidir. “I always feel like I'm writing with films,” [Her zaman, filmlerimi sanki  yazıyormuşum gibi hissettim.] (1994, pp. 249) diyerek filmlerinin, roman tadında olduğunu vurgulayan yönetmenin sineması, bu özelliğiyle ayırt edici bir hâle bürünür.

Woody Allen sinemasını içerik olarak incelemeye devam edersek, öncelikli olarak karakterlerini incelememiz gerekir. Filmlerinin büyük çoğunluğunda kendisine de rol veren yönetmen, New York'un entelektüel ve seçkinlerini (son üç filminde de Londra'nın kaymak tabakasını), filmlerinin ya odağına yerleştirir ya da yan rollerde onlara belirli bir görev dağıtır. Yazar, yönetmen, üniversite profesörü, sanatçı ve kapsayıcı bir başlıkta söylemek istersek düşünür kesimin hayatını ve ilişkilerini masaya yatırır. Evli çiftler arasındaki sorunlar, birbirini aldatan ve tatminsiz eşler, filmlerinin ana temalarını oluşturur. Hayattaki varlığını sorgulayan, hayatın anlamsızlığı yüzünden ölümün eşiğine gelmiş bunalımdaki insanların çıkış yolu bulmak için çırpınışlarını konu ederken, Woody Allen sinemasının olmazsa olmaz özelliği olan mizahı da bunların içine katar. Yönetmenin filmleri, her ne kadar kendisi bunu kabul etmese de, kendi hayatından birçok ayrıntıyı barındırır. Kadınlarla olan ilişkilerini, hayata bakışını ve yaşama karşı olan ümitsizliğini karakterlerine yansıtan Woody Allen, kendi görüşlerini onların ağzından izleyiciye yoğun bir şekilde iletmektedir. Böyle bir soruya karşılık olarak Paddy Chayevsky'den yaptığı bir alıntıda yönetmen “all the characters are the author” [Bütün karakterler yazarın kendisidir.] (1994) demiştir.

Woody Allen ve Felsefe adlı kitaptan alıntılanan bir makalede, Woody Allen sinemasının ortak yönleri belirli başlıklar altında toplanmıştır. Bu başlıklardan en önemlisi, hayatın anlamsızlığı ile ilgili olan bölümdür. Woody Allen'ın filmlerinin birçoğunda altı çizilen bu konunun aslı, tamamen geçici olan bu dünyadaki yaşamlarımızın, hiçbir değer üzerine oturmayan anlamsız birer hayat parçası olduğu gerçeği üzerine kuruludur. Bunu Annie Hall filminde küçük Alvy karakterinin ağzından duyabiliyoruz. Evrenin genişleyip sonunda patlayacağı fikri, küçük Alvy'de, hayatın anlamsız olduğu sonucunu doğurmuştur . Bu yalnızca hayatın anlamsızlığı değil, yaşamanın da bir anlamsızlık uğraşısı olduğu Allen filmlerinde göze çarpar. İnsanlar, sürekli olarak yaşamlarını anlamlı kılmanın yollarını aramaktadırlar çünkü Allen'a göre gerçek, anlamsızlığa götürür ve aslında ona göre gerçek şudur: “too much reality is not what people want.” [Gerçek, insanların pek de istedikleri bir şey değildir] Bu kara delik konusu bir başka filminde (Deconstructing Harry) mizahî olarak yer almıştır. Diyalog şu şekilde ilerler:

Harry: You know that . . . that the universe is coming apart? Do you know about that? Do you know what a black hole is? [Biliyor musun... evren parçalara ayrılıyor. Daha önce duymuş muydun? Kara delik nedir biliyor musun?]
(Siyahî) Fahişe: Yeah, that’s how I make my living. [Bilmez miyim, hayatımı ondan kazanıyorum]
Harry: You know, I gotta tell you, Cookie, a great writer named Sophocles said that it was probably best not to be born at all. [Bak fahişe kardeş, sana şunu söyleyeyim, Sofokles demiş ki, belki de hiç doğmamak en iyisidir]


http://tr.euronews.net/images_news/img_606X341_WoodyAllen.jpg

Sofokles'ten yapılan bu alıntı, Maç Sayısı’nda [Match Point] da gözümüze çarpar. Filmin ana karakteri Chris, kendi çocuğunu öldürmesi üzerine Nola'nın komşusunun ona sorduğu soruyu, aslında hiç doğmamış olmanın -Woody Allen'e göre, bu anlamsız, bu amaçsız dünyaya gelmemenin- aslında bir hediye olduğu gerçeğiyle cevaplamaktadır.

Hayatın anlamsızlığı, Allen filmlerinde Tanrı'nın varlığının sorgulanmasıyla da ilişkilendirilir. Love and Death filminde Boris ve Sonja arasındaki şu diyalog, bize Allen'ın bu konudaki görüşlerini karakterlerin ağzından iletir:

Boris: Sonja, what if there is no God? [Sonja, ya Tanrı yoksa?]
Sonja: Boris Dimitrovich! Are you joking? [Boris Dimitrovich! Sen kafayı mı yedin?]
Boris: What if we’re just a bunch of absurd people, who are running around with no rhyme or reason? [Ya biz, hiçbir amacı olmadan etrafta dolaşıp duran saçma sapan insanlarsak?]
Sonja: But if there is no God, then life has no meaning. Why go on living, why not just kill yourself? [Eğer Tanrı yoksa, o zaman yaşamanın da anlamı yok. Niye yaşıyorsun ki, neden kendini öldürmüyorsun?]

Burada Tanrı inancının, anlamsızlığa bir anlam katma adına sığınılan herhangi bir liman olduğunu söyler Allen. Çünkü insanlar yaşamaya devam etmek zorundadırlar, çünkü insanların bir amaçları olmalıdır. Bu nedenle de insanlar inanmak ve inanmak zorundadırlar. Maç Sayısı’nda Chris’in dediği gibi “inanmak, işin kolayına kaçmak” olsa da, hayatı yaşanılabilir kılan ve ondan zevk almamızı sağlayan, bu inanç meselesidir. Aynı konuya Allen'ın biraz daha mizahî ama aynı çerçevede yaklaşımı için Yeniden Çal Sam [Play it Again, Sam] filmindeki diyaloga bakabiliriz:

Allan: It’s quite a lovely Jackson Pollock, isn’t it? [Jackson Pollock'un çok hoş bir tablosu öyle değil mi?]
Woman: Yes, it is. [Evet öyle.]
Allan: What does it say to you? [Ona bakınca ne hissediyorsun?]
Woman: It restates the negativeness of the universe, the hideous lonely emptiness of existence, nothingness, the predicament of man forced to live in a barren, godless eternity like a tiny flame flickering in an immense void with nothing but waste, horror, and degradation, forming a useless, bleak straightjacket in a black, absurd cosmos. [Evrenin negatifliğini, varoluşun iğrenç yalnızlığı ve boşluğunu, hiçliği, bir kısır döngü içinde, tanrısız bir sonsuzlukta, boktan, korkunç ve aşağılamadan başka hiçbir şey barındırmayan uçsuz bucaksız boşlukta yanan küçük bir alev parçası gibi; kapkara, saçma sapan bu evrenin içinde, amaçsız, kasvetli bir deli gömleğine girerek yaşamaya zorlanan insanın bedbaht hâlini.]
Allan: What are you doing Saturday night? [Peki Cumartesi gecesi ne yapıyorsun?]
Woman: Committing suicide. [İntihar edeceğim.]
Allen: What about the Friday night? [Peki ya Cuma günü?]

Hayatın anlamsızlığına karşı direnmek ve varoluşumuza bir anlam katmak için yaptıklarımızı, Allen "Woody Allen on Woody Allen" adlı röportaj-kitabında* şu kelimelerle ifade ediyor:

"…Eğer duruma şu gözle bakarsanız, geriye dönüp baktığımızda yaptığımız tek şey, hiçbir anlamı olmayan hayatlarımız için kendimize anlamlı bir dünya yarattığımızdır. Her şey anlamsızdır. Ama önemli olan, bir anlam oluşturmak, bir anlam yaratmaya çalışmaktır çünkü bu dünyada hiç kimse için çıkarılabilecek bir anlam yoktur."

İçerik olarak bu temalara yoğunlaşan Allen'ın filmlerinde biçimsel olarak öne çıkan bazı ayrıntıları da şu şekilde sıralayabiliriz. Allen'ın filmlerinin hepsi -son filmleri Match Point, Scoop ve Cassandra's Dream hariç- New York'ta çekilmiştir. Jeneriklerin tamamı siyah arka plan üzerine beyaz Windsor yazı tipindedir ve bütün jeneriklerde -Maç Sayısı'nda opera ve Annie Hall'da sessizlik- caz müzik kullanır. Filmin sonundaki jeneriklerde ise akan yazı yoktur. Çekimler genellikle uzun ve orta çekimlerden oluşur. Birkaç filmindeki deneysel kamera çalışmalarının dışında genelde sabit bir alıcı ile mekânı tamamen çevreleyen, karaktere odaklı bir çekim tekniği kullanır. Eğretileme birçok filminde başvurduğu bir yoldur. Bunu da, filmlerinin bir düzyazı değil de şiir gibi olmasını istediği için yaptığını söyler. Çok az prova yapıp sahneleri olabildiğince tek çekimlerle tamamlar. Genelde yakım çekim kullanmaz. Gerçekle fantezi arasında yaşadığını hissettiğini söyleyen Allen'ın filmlerinden bazılarında, bu tip ikiliği görmek çok mümkündür. Doğrudan kameraya gelip izleyiciyle konuşması ya da geçmişten kişilerle diyaloga girmesi ya da beyaz perdeden karakterlerin atlaması sık rastlanılan bir Allen yöntemidir.

*Röportaj-Kitap: Björkman, S. (1994). Woody Allen on Woody Allen. London: Faber and Faber.

Ali Ünal

2012


Müziksiz bir hayat hatadir"
-Nietzsche

"İçki, günlük hayatın sıkıntısından biraz silkeler insanı, her şeyin aynı olmasından da."
-Bukowski

"Soruyu bilmiyorum ama cevabı seks."
-Woody Allen

Müzik yaşamın gürültüsünü bastırır. Alkol, boğan yaşam karşısında insana rahat nefes aldırır. Seks, zaten ölümden alınan bir intikamdır. Bu üçlü mutluluk getirir, mutluluksa barış. (Ha her şey dozunda güzeldir.)
Öyleyse, bol müzikli, bol içkili, bol seksli yıllar...
*Ali




Nuri Bilge Ceylan


Üç Maymun -2008 
 
İklimler -2006 
 
 Uzak -2002
 
 
Kasaba -1997 
 
 


        Saniyede yirmi dört fotoğraf karesinin aynı hızla beyazperdeye yansımasıyla gözümüz arka arkaya gelen karelerdeki küçük farkları algılayamaz, devamlı ve hareketli bir görüntü olarak görür. Bunun neticesinde meydana gelen filmleri büyük bir keyifle ve hayranlıkla seyre dalarız. Tüm bu bilgileri bir kenara not edin ve sinemaya doğru yönelin.


      Bir yönetmen düşünün, sinemanın fotoğraf karelerinin beyazperdede gerçekleştiricisi olduğunu unutmayan. Fotoğraf sanatçısı olması sebebiyle yaptığı filmlerin her karesini iki kat daha fazla hayranlıkla seyrettiren. Evet, Türk Sineması’nda bu yöntemi istikrarlı şekilde kullanıp eşine az rastlanılır bir üslup oluşturan yönetmen Nuri Bilge Ceylan’dan bahsediyorum.

     Bazen bu yöntemi tercih ettiği için ülkesi insanlarının alıştıkları o bol aksiyonlu ya da son dönemde oldukça prim yapan komedi unsurları güçlü filmleri izleyenlerce de yavan ve ağır bulunan bir yönetmendir aynı zamanda. Tabii bunların üzerine 1980 dönemi sonrasında o dönemi ilk kez cesaret edip konuşmaya başlayan bir sinema ile de karşı karşıyayız. Nuri Bilge Ceylan tüm bunların önünde bazen sert, kendine has, bireyi ve ilişkilerini irdeleyen ve bu üslubundan da ödün vermeyip tutarlı yol izleyen bir yönetmen olarak durmaktadır.

     Doğal ve doyurucu bir anlatımı olan Nuri Bilge Ceylan’ın ilk ve son kısa filmi Koza (1995) ile başlayan yönetmenlik tecrübesini Kasaba (1999), Mayıs Sıkıntısı (1999), Uzak (2002), İklimler (2006) ve Üç Maymun (2008) ile  -şimdilik- noktalamıştır. İlk filminden son filmine dek onu ve sinemasını anlamlandırıp belli bir kalıba koymak mümkün olmasa da Nuri Bilge Ceylan filmlerinden ne bekleyip ne beklemeyeceğimizi açıklığa kavuşturmamıza yardımcı olmuştur diyebiliriz.
 
    1959 doğumlu Ceylan, yönetmenliğini, senaristliğini ve yapımcılığını üstlendiği filmlerinden daha ilki olan Koza’yla Cannes Film Festivali'nin ilgili bölümüne katılma başarısını gösterdi. Daha o vakitlerde dünya çapında dikkat çekmeye başlayan yönetmen, yaptığı her filmle mutlaka ödüllendirilip son olarak, 2008 Cannes Film Festivali'nde küçük zaafların büyük yalanları doğurmasıyla parçalanan bir ailenin, gerçeklerin üzerini örterek bir arada kalma çabasını anlatan Üç Maymun filmiyle "En İyi Yönetmen Ödülü"nü aldı.

    Sinema tarihinde de örneklerini sıklıkla gördüğümüz gibi kendi ülkesinden daha fazla dünyadan takdir toplayan ve pek çok ödüle layık bulunan bir yönetmendir Ceylan. Bu yönetmeni tanımak ve anlamak için filmografisini takip etmemiz ve onu “bilerek” izlememiz gerektiğini hatırlamamız gereken ender yönetmenlerdendir.



İpekböceği inceliğinde filmlerinin ilki: Koza

    Koza, 1995 Cannes Film Festivali Uluslararası Kısa Film Yarışması’na davet edilen ilk Türk kısa filmidir. Nuri Bilge Ceylan’ınsa ilk ve son kısa filmi. Kendi anne ve babasının oynadığı film sessiz değil sözsüz bir film olarak nitelenebilir. İlişkilerinin bittiğini düşündürecek kadar birbirinden uzaklaşmış iki kişidir anlatılan... Bunun yanında onlar bir araya geldiklerinde hala birbirlerinin gözlerinin içine bakıp pek çok kez de bakamayıp yoğun duygusallığa maruz bıraktıkları bizler varız anlamaya çalışan…

    Ceylan’ın güzel fotoğraflarla ince ince işlenmiş öyküler yaratan bir yönetmen olmasının öncesinde fotoğraf ve sesleri anlam yönünde yoğurarak ortaya koyduğu bir filmdir Koza. Bu filminde Nuri Bilge Ceylan’ın sinemaya bakış açısını net olarak görebildiğimiz gibi kendini deniyor olduğu da gözlerden kaçmıyor. Nuri Bilge Ceylan Koza filmi için yaptığı açıklamada:

    "Koza, teknik ve estetik birikimime rağmen film yapmaya bir türlü başlayamadığım ve sürekli ertelediğim için korkak ve mıymıntı olmakla suçladığım kendime ettiğim işkenceleri sona erdirmek için giriştiğim umutsuz bir denemeden başka bir şey değildi. Kendimi fırlatır gibi başladım o filmi çekmeye. Bitirdiğimde de neye benzediği konusunda gerçekten bir fikrim yoktu. Ama yine de Koza’yı çekmek, kendi yapıma uygun üretim koşullarını yaratmamı sağlayacak bütün ipuçlarını verdi bana." diye belirtmektedir. Ceylan’ın tüm filmlerini izleyip en sonunda Koza’yı izlediğinizde filme gerçekten başka bir gözle bakıyor ve ilk olmasının naifliğini hissetmenize rağmen ciddi bir yetenek olduğunu da dile getirmeden edemiyorsunuz. Başlangıç böyleyse sonunu düşleyebilmek elde değildir ve bu kesinlikle Nuri Bilge Ceylan filmleri için merak uyandırıcı bir ögedir.

     Nuri Bilge Ceylan, filmlerinin yapımcı / senarist / yönetmen olarak ince işleyicisi konumundadır. Tüm bu yapıyı bütün olarak filmleriyle ele aldığımızda birkaç tespitte bulunmak kaçınılmaz olacaktır. Bunlardan ilki filmlerine verdiği isimlerdir. Sade ve öz bir anlatımla tüm filmin anlam yükünü kapsayan ve içeriği ile isminin bu kadar örtüştüğünü gördükçe insanı şaşırtan isimler koyar. Bilhassa Koza filmi ile Nuri Bilge Ceylan’ın çektiği ve çekeceği tüm filmlere Sevgi Soysal’ın da "Kozası içinde bekleyen tırtıl bir ipek böceğine dönüşüyorsa bu durmak değildir." sözünde bahsedildiği gibi hiç durmayacağı ve hep bize gösterdiği çizgiyi takip etmemiz gerektiğinin sinyallerini vermiştir. Bu nedenle de isminin Koza olması ayrı bir anlamlıdır…

     Bir diğer tespitim ise, Ceylan’ın filmlerinde filmin sonlarına doğru nabzın düşmesi nedeniyle izleyicinin pek çok filmde alışmış olduğu heyecanlı bir son beklentisi gerçekleşmemektedir. Onun filmlerinde bittikten sonra değil, biterken nabız düşer; seyirci olacaklara değil olmuş olanlara adapte olur. Film sonuna doğru filmin bundan önceki sahnelerinin analizi yapılır. Çünkü daha evvel bize verilmiş olanların sebep ve sonuçlarını düşünmemize neden olan filmdeki kişilerin yalnızlığı ön plana çıkar. Olaylar ve durumlar tüketilmiştir. Oturup düşünmenin tam yeridir. Bu noktada bizim filmi bitirirkenki kendimizle baş başa kalışımız, karakterin yalnızlığı ile birebir örtüşür. Bu da izleyiciye filmi filmle birlikte düşünme ve analiz etme imkânı verir. Bu iki unsur, ilk filminden son filmine kadar zihnine “akıl notu” kazımış izleyiciye kendini hatırlatır.

     Ayrıca belirtmek gerekir ki, Nuri Bilge Ceylan filmlerinde yer alan hiçbir karakter bir diğerinin önüne geçmez. Her birinin anlatılacak bir hikâyesi vardır. Karakterlerin gözlemlenmesi gereken davranışları, az da olsa kurduğu cümleleri eşit miktarda ön plandadır. Dolayısıyla filmlere dair bir “ana karakter” tanımlaması yapmak doğru değildir.



     “Kasaba”da “Mayıs Sıkıntısı” var!

      Nuri Bilge Ceylan’ın 1997 yılında çektiği “Kasaba” filmi, tipik bir Anadolu kasabasında yaşayan ve üç kuşağı bünyesinde barındıran bir ailenin hayatını, çocukların hali hazırda yaşadıkları hayat düzeni üzerinden anlatan bir filmdir.

      Kabaca çocukların kendi ve aileleriyle geçirdikleri hayatlarını dörde ayırmıştır yönetmen. Bunlardan ilkinde, bir kış günü, ailenin on yaşlarındaki kızının okuduğu ve onun toplumsallaşma sıkıntılarını barındıran ve çevresindeki hayatın birtakım sosyolojik özellikleriyle tanışmasını sağlayan bir ilkokul sınıfında geçer.

      İkinci bölüm, okuldan çıkmış olan kızın, kendisinden dört yaş küçük erkek kardeşiyle kasabalarının ormanlık alanında yaptıkları küçük yolculuğu anlatır. Bu yolculuk tabiatı ve hayvanlar dünyasını öğrenmek ve tanımak için çabaladıkları anlardan oluşur. Filmde bu ormanlık alanda geçen sahneler, onların “oyun alanı”nın doğa olduğunun açıklamasıdır bir nevi. Yolculukları esnasında bir çocuğun gelişimine eşlik eden bu oyun alanının saf ve yalın tasviri yapılır. Pek çoğumuzun teknolojiyle iç içe büyüdüğü bir ortamda bizim koşullarımız olmasa da doğa koşullarının insanı ne gibi meraklara, şüphelere, vurdumduymazlıklara götürdüğüne ilişkin ipuçları da vermektedir. Kendilerini bekleyen ailelerinin yanına geç de olsa varan çocuklar üçüncü bölümde, o ana kadar birbirlerinin ve doğanın gizemleriyle yüz yüze kalmış olup, büyükler dünyasının karanlığına ve karmaşasına tanık olurlar. İlerleyen gece içerisinde mısır tarlasında derin sohbetler eden aile bireylerini dinleyerek uyku ile uyanıklık arası gidip gelirler. Ateşin etrafına oturmuş ve her biri başka bir dönemi temsil eden büyükler dünyasının çelişen, zaman zaman sertleşen, bazen şefkate dönüşen gizemli dünyasına tanıklık ederler.

      Film bize küçük bir taşra kasabasında sıkışıp kalmış aile bireyleri arasında oluşan düşünsel ve düşsel uçurumları, iletişim ve algı farklarını, değişen toplumsal hayata ayak uydurmakta bocalayan bir ailenin bireyleri arasındaki üstü kapatılmış utangaç öfkeyi resmetmektedir. Tam açığa çıkamayan kişilik çatışmalarını hoş bir ironi ile bize yansıtan yönetmen, sıradan yaşamın vazgeçilmez dekoru olan sıkıcılık ve tekdüzelik atmosferinde anlatır öyküsünü.

      Dördüncü bölüm ise evde geçer. Bilinçaltına en derin hükmün çocukluk anılarıyla meydana geldiğini doğrularcasına rüyalarla iç içe örülmüş sakin bir sekanstan oluşur. Kişiler ne kadar küçük ve sakin kasabada sıkışıp kalmış olursa olsun hayatları devam etmektedir. “Doğanın kendisine ayak uydurarak yaşama” dürtüsü çocukların ruhunda bağışlama, şefkat, merhamet, acıma  gibi temel insani dürtülerin uyanmaya başlamasıyla film sonlanır. Bunların pek çoğunu hissettirmeye çalışan rüyalar bir film sonu için oldukça anlamlı ve bir o kadar da durağan geçer. Bu filminde bilinçaltının ince ince işleniş öyküsünü Nuri Bilge Ceylan da kendi sinemasıyla anlatmayı tercih etmiştir.

      Kasaba’dan sonra 1999 yılında çektiği Mayıs Sıkıntısı filminde, yine bir aileyi konu alır. Muzaffer çocukluğunu ailesi ile birlikte geçirdiği kasabayı uzun süre sonra film çekmek için ziyaret eder. Nuri Bilge Ceylan, mayıs ayının verdiği bahar neşesini altüst eden bir tavırla filmin ismini koymuş olup bunu bilhassa bu aya dair tabuları yıkmak için tercih ettiğini de dile getirmiştir.

    Muzaffer’in babası Emin, tarlasının yanındaki ormanlık bölgeyi, tarlasının hudutları içine katma mücadelesindedir. Dokuz yaşındaki yeğeni Ali ise babasına bir müzikli saat aldırabilmek için uğraşır. Bu uğurda halası tarafından bir sınava tabi tutulmayı kabul eder. Eğer bir yumurtayı kırk gün kırmadan cebinde taşımayı başarırsa saat konusunda bir şansı olabilecektir. Kuzeni Saffet ise işleri pek yolunda gitmeyen biridir ve renkli bir yaşam vaat eden İstanbul'a göç etmeyi hayal eder. Filmde herkesin bambaşka hayallerinin olduğu bir aile yer almaktadır. Nuri Bilge Ceylan’ın kendi anne ve babasını oynattığı Mayıs Sıkıntısı’nda onun hayalinin de tıpkı filmdeki Muzaffer gibi film çekmek - ama bir farkla herkesin hayallerinin filmini çekmek- olduğunu görürüz. Fakat bu buluşturma her hayalin mutluluk getiremediği vurgusuyla bu mayısın bambaşka sıkıntılar veren bir mayıs olduğunu izleyiciye hatırlatarak son bulur.

      Henüz iki film çekmişken dünyaca ünlü film festivallerinden, ülkemizde ve uluslarası alanda pek çok ödül kazanmıştır. Bunlardan birkaçı; Kasaba filmine verilen Berlin Film Festivali (1998) "Caligari Ödülü" iken, Mayıs Sıkıntısı filmiyle de Buenos Aires Uluslararası Film Festivali (2001) ve 36. Antalya Altın Portakal Film Festivali (1999)’nde en iyi yönetmen ödüldür.




      Herkes Kendine “Uzak”

      Nuri Bilge Ceylan’ın 2002 yapımı bu filmi üçüncü uzun metrajlı filmi olup, bizi zaman ilerledikçe kendimizden ne kadar “uzak”laştığımıza ikna eder. Böylelikle Ceylan sinemasına yakınlaşmak için bize bir adım atma şansı verir.

      Ailesinden uzakta tek başına yaşayan Mahmut, İstanbul’da hayatını sürdürmeye çabalamaktadır. Daha evvel kurmaya çalıştığı başka bir çekirdek aile düzeninin de başarısızlıkla sonuçlandırmış olup karşımıza hep geç kalmışlıklarıyla çıkmaktadır. Bunlar onun olmak istediği insandan ne kadar uzaklaşmış olduğunu gözler önüne sermektedir. Üstelik bu hali değiştirmek için de hiçbir çaba harcamamaktadır.

      Hepimizin hayalleri, umutları, planları, beklentileri olduğu yaşamımızda tüm bunları hiçe sayan “kendi ölümünü çok erken ilan eden” bir adamdır karşımızdaki. Hayatını, insan ilişkilerini, hüzünlerini ve içerisindeki türlü bastırılmış duyguları hiçbir çaba harcamadan ezip geçmektedir Mahmut. Bu hal bizi zaman zaman donuk gözlerle ve onun için umutsuz bir bekleyiş içinde öylece bırakmaktadır.

      “Sen gitmiyorsun diye hayat devam etmiyor anlamına gelmiyor. İdeallerini gömmeye hakkın olduğunu düşünmüyorum.”

     Nuri Bilge Ceylan sinemasında bizi Mayıs Sıkıntısı ve Kasaba’dan oldukça uzağa savuran bir filmdir Uzak. Bu filmle bizi kendine yakınlaştırır ve sonraki eserleriyle hep bu yakınlığın beklentisini oluşturmamıza mahal verir. Yoğun duygusuzluğa geçiş aşamasının, her şeyi onlarca kez hayal edip gerçekleştirememiş bir insanın artık hayal etmekten vazgeçiş öyküsüdür anlatılan. Bu öyküye Mahmut’un “uzak”tan akrabası Yusuf memleketinden İstanbul’a dair umutlarıyla gelmiş biri olarak eşlik eder. İkisinin beklentilerinin ironisi filmde oldukça büyük bir lezzet bırakırken; hayata tutunmayı istemek ama elle tutulur hiçbir şey yapmamakla, artık tutunmayı istememek arasında ne fark vardır, sorusu kafaları oldukça meşgul etmektedir.

     Uzak, Nuri Bilge Ceylan filmlerinin genel yoğunluğunu taşıyan ama bir o kadar da bunu düşük tempoda aktaran, filme odaklanıldığında bilfiil beyin fırtınalarına imkân tanıyan bir filmidir. Bu sayede pek çok filminde yaptığı -yazımın başında da bahsettiğim- gibi nabzın oldukça düştüğü, alışılmışın dışında durağan film sonuyla, tüm oluşturduğu sorular üzerine iki kez düşünmemize sebep olacak ve bir sonraki Nuri Bilge Ceylan filmine geçiş için yeniden güç toplamak gerekliliğini tekrar tekrar hatırlatacak bir film olmuştur.

      Film, 56. Cannes Film Festivali (2003) Büyük Jüri Ödülü, 39. Antalya Altın Portakal Film Festivali (2002) En İyi Yönetmen Ödülü ve 24. Siyad Türk Sineması Ödüllerinden (2002) En İyi Film Ödülü gibi daha pek çok ödül almıştır. Nuri Bilge Ceylan’ın bu filmine kendi sineması için bir dönüm noktasıdır da diyebiliriz.



       İlişki “İklimler”i

       2006 yılında çektiği bu filminde Nuri Bilge Ceylan bir ilki gerçekleştirmiş olup eşi Ebru Ceylan ve kendisi oyuncu olarak yer almıştır. 59. Cannes Film Festivali’nde (2006) FIBRESCI Ödülü’ne layık görülen bu film, aynı yıl yapılan Altın Portakal Film Festivali’nden de pek çok dalda ödülle dönmüştür.
İklimler’de isminin çağrışım yaptığı gibi iki sevgilinin her mevsim değişen aşklarından öte, bir mevsimde kaç iklim değişikliği geçirdiklerinin anlatımı verilmiştir. Mevsimler değiştikçe ilişki yön değiştirdiği gibi, dakikalar da bu değişikliğin büyük oranda şahidi konumundadır. Yolunda gitmeyen bir şeylerin somut varlığı ile bazen moral bozacak bir ilişki sürecine girilirken, soyut varlığı ile kendini hissettiren “aşk” tüm bunalımları bir anda silip götürebilmektedir. Ama somut varlığın hepten yok olmayacağı, olamayacağı kendini sık sık hatırlatıp bir gerçeklik oluşturmaktadır.

      Yine sevgi, umut, beklenti üçgeninde dönen anlara şahit edildiğimiz bu Ceylan filmi, bazen çok sinirlenmiş, bazen sevgiyi yoğun hissetmiş, ara ara da hüzünlenmiş şekilde bizi karşılar. Bu karşılama anında bir gülücük atacaktır yönetmen hissetmeye yeltendiğiniz tüm saf duygularınıza.



      İnsanlığın En İyi Oynadığı Oyun: “Üç Maymun”

      Nuri Bilge Ceylan’ın 2008 yılında çektiği bu son filmi, yine Cannes Film Festivali’nden ödülsüz dönmeyerek bizi gururlandıran ve Altın Palmiye En İyi Yönetmen Ödülüne layık görülen filmidir. Bu filminde Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasının o genel anlatımının hissedildiği sahneler yer almaktadır. Bunun yanında oyuncu seçiminde büyük oranda bir değişikliğe gittiği de gözlemlenmektedir. Yavuz Bingöl, Hatice Aslan gibi oyunculara yer vermiş olup, İklimler’in aksine çocuklu bir ailenin her ferdinin aile bağlarına değer verdikleri ve vermeleri gerekliliğinin vurgusu yapılmaktadır. Verilen değerin sarsıldığı ya da hiçe sayıldığı anların varlığı da aileyi üç maymun oynamaya iter.

       Öncelikle, yirmili yaşlarında genç bir çocuk sahibi Hacer’in, eşi hapiste olduğu müddetçe ailesine olan sadakatinin süreğensizliğine mi değinmek daha gereklidir? Yoksa cümleyi başa alıp sırf ailesine daha rahat bir hayat yaşatabilmek uğruna para için kendisine suç işlemiş süsü verilmesini kabul eden ve hapiste olduğu süre boyunca ailesinden uzakta hiç de huzurlu olmayan bir babanın varlığına mı değinmek daha gereklidir? Olmadıysa, arkadaş çevresinden çabuk etkilenen ve türlü pisliğe bulaşma evresinden çıkmaya çalışan ve babası hapiste olduğu süre boyunca onun yerine annesine bakmak durumunda olan İsmail’e mi değinmeli? Aslında tüm bu sorgulamadaki amacım, size, filmde ailenin her bir bireyinin diğerlerinin önüne asla geçmediğini ve ortaya başkarakter olarak “aile”nin konduğu bir Nuri Bilge Ceylan filmiyle karşı karşıya olduğumuzu anlatmaktır.

      Tüm aile fertlerinin ortak noktasının filmdeki ev olduğu gibi diğer ortak noktaları da kayıplarıdır. Kaybettiklerinin onlara bir aile bütünlüğünü ve bir anlamda görmemek, duymamak ve dile getirmemek üzerine biçilmiş “Üç Maymun”u oynamanın gereklerini yerine - zorla da olsa - getirdiğini gözlemleme fırsatını doğurur.

      Üç Maymun filmi, Nuri Bilge Ceylan sineması tanıyan ve sevenlerini oldukça fazla cümle ve yaşayışa yer vererek diğerlerinden farklı olduğu için şaşırtmıştır. Ama yine de anlam ve sinema dili açısından müthiş bir doygunlukla da baş başa bırakmıştır.



       Kimseye Benzemeyen Yalnız Yönetmen

       Yaptığı bir röportajda“İster film yaparken ister normal yaşantımı sürdürürken, Çehov'un dünyasının her zaman güven verici, ılık bir yorgan gibi üzerimi örttüğünü ve beni ısıttığını hissetmişimdir.” diyerek sırrını dile getirmiştir Ceylan. Bunun dışında her ne kadar Antonioni, Tarkovski gibi dünyaca ünlü rüştünü ispatlamış yönetmenlere benzetilmeye çalışsa da Türk Sineması adına gerçekten değerli ve sağlam adımlarla dünyaya açılan bir yönetmendir. Bu sene 62. Cannes Film Festivali’nde jüri üyeliğine seçilerek de bir ilki başarmış olup yolda devam edeceğine inanıyorum.

       Kendi ülkesinin ilklerine imza atan ve oldukça başarılı yönetmenini tanımayan, anlamayan, filmlerini izle(ye)meyen herkesin onu bu yolla yalnız bırakması bizim yalnızlığımızla örtüşmektedir. Cannes’ta ödül alırken, "Ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" demişti. Onu bu ülkede destekleyenlerin yalnızlığını(azlığını) da yaşatmamak gerektiğine inanıyorum.
 
 Yasemin Şahin, Eylülce Dergisi, Sayı: 3, Mayıs-Haziran 2009
 


What does it take to be a filmmaker in Hollywood? Even today I still wonder what it takes to be a professional or even an artist in Hollywood. How do you survive the constant tug of war between personal expression and commercial imperatives? What is the price you pay to work in Hollywood? Do you end up with a split personality? Do you make one movie for them, one for yourself?


Holywood içinde bir film yapımcısı olmak nasıl birşey ? Bugün bile holywood sektöründe bir sanatçı ve profesyonel olmak nasıl bir şey merak ederim. Kendinizi ifade edebilme yada gişeye oynama reklam yapma zorunluluğu arasındaki sabit çekişmeden kendinizi nasıl sıyırabilirsiniz ? Holywood'da çalışmak için ne gibi bir bedel ödersiniz ? Ayrılmış bir kişiliklemi bitirirsiniz herşeyi ? Onlar için bir film mi yaparsınız yoksa kendiniz için mi ?
Maurice Jarre (d. 13 Eylül 1924, Lyon, Fransa - ö. 29 Mart 2009, Los Angeles, ABD Özellikle film müzikleriyle tanınmış Fransız bestecidir. Ayrıca ünlü elektronik müzik sanatçısı Jean Michel Jarre'ın babasıdır.

Maurice Jarre, ilk olarak 1962 yapımı Lawrence of Arabia ("Arabistanlı Lawrence")'i için bestelediği özgün müzikle ün kazandı ve film müziği dalında ilk Oscar ödülünü kazandı. Doctor Zhivago (Doktor Jivago) ve A Passage to India filmleriyle de Oscar ödülü aldı. 150 kadar yapımın müziğine imza attı. Sanat yaşamında 6 kez 

 daha Oscar'a aday gösterildi. İki kez BAFTA, dört kez Altın Küre ve bir kez de Grammy ödülü kazandı. Besteciye, 2008'de Berlin Uluslararası Film Festivali'nde "Yaşamboyu Başarı" ödülü verildi. David Lean, Alfred Hitchcock, John Huston, Mustafa Akkad ve Luchio Visconti birlikte çalıştığı yönetmenlerden birkaçıdır. "The Message" (Çağrı (film)), ve meşhur Ömer Muhtar, "Shogun", "Top Secret!", Hayalet film müzikleri de unutulmaz besteleridir. Film müziği dışında gösteri, tiyatro oyunu ve bale müzikleri de bestelemiştir.

Özellikle 1975 yılı yapımı İslam peygamberi Muhammed'in hayatını ve İslam'ın doğuşun anlatan Çağrı film'inin müziklerini çölde bir çadırda tek başına 2 ay kalarak yapmıştır. Bu film için Suriyeli yönetmen Mustafa Akkad, Maurice Jarre'ye yeni çekeceği Çağrı filminin müziklerini kendisinin yapmasını teklif edince, Jarre Çölün atmosferini ruhunun derinliklerinde hissetmesi gerektiğini ve bu yüzden kendisinden başka hiç kimsenin olmayacağı, son derece sessiz bir mekân ayarlaması gerektiğini ve bunun yanında İslâm tarihini anlatan kitaplarıda kendisine getirtmesini istemişti.



Evet yaşamak kavramından ne anlıyorum ki ?  Uyumak, yemek yemek, tuvalete gitmek, gezmek , kanepeye rahatça uzanmak, televizyon karşısında kumanda ile uzun uzun gerilmek ve daha neler neler ? Ne yaşıyorum ben... yaşam benimi yaşıyor ben mi yaşamı yaşıyorum. Yaşam benim üstüme mi geliyor benmi onun üstüne gidiyorum. Yaşamak kavramı öyle bir kavram ki bir küp düşünün yaşamı o küpün içine sığdıramazmısınız yine ben yaşıyorum diyebilirsiniz. Dört duvar arasında kalsanız bile. İnsanlar çağın gerektirdiği gibi mi yaşıyor sizce ? Bana göre modern çağ diye birşey yoktur... her çağ insanı kendi modernizmini yaşamazmı. Sultan Alparslan'ın bir hikayesi vardır. O hikayedeki yaklaşım her zaman dikkatimi çekmiştir benim. 11. Yüzyılda geçiyor bu hikaye o zaman çağın gerektirdiği bir savaş yaşamı var. Kılıç o zamanlar en önemli obje insan için. Sulltan Alparslan 27 bin askeriyle Bizans topraklarında ilerlerken, keşfe
gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla:
- 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der.
Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der:
- Biz de onlara yaklaşıyoruz.

http://a3.sphotos.ak.fbcdn.net/photos-ak-snc1/v377/95/39/37352052274/n37352052274_1638120_8524.jpgEvet Alparslan öyle diyor. Onun için karşısına ne çıkacağı önemsiz çünkü o bir yolda ilerliyor geriye dönmek yok karşısına ne çıkarsa çıksın zafer yada mağlubiyet ama o gitmekte kararlı. Alparslan'ın bu yaklaşımı yaşamla benim aramdaki mücadeleyide anlatıyor sanki, Sultan Alparslan kılıcıyla ilerliyor umursamaz ama kararlı her sonuç onun için önemsiz sadece ilerlemek. Ben ne derseniz deyin 4 duvar içinde hikaye yazıyorum müzikle yaşıyorum müzik ne olursa olsun o 4 duvardan çıkmama izin veriyor yani bedenim olduğu yerde dururken ruhum müzikle beraber yoluna çıkıyor, gitmesini istediğim yere gidiyor. Hikayeler'i ruhumun gezip dolaştığı döndükten sonra bana anlattığı anılardan yazıyorum. Sonuç ne ? Film yapacağız dertlerimi beyaz kağıttan beyaz perdeye taşımak. Dört duvar arasında yaşarken ben benim ruhumun ne yaptığını izletmek amaç. Ama ne var elde ? Sadece bir kamera var. Sultan Alparslanda ne vardı 1 kılıcı, atı ve 27 bin askeri.  Benim kameram ve kameramın çekeceği bir yaşam var.. yaşanmamış diyebilirsiniz ama aslında yaşanmış bir yaşamı çekecek. Sadece gidiyorum ne olursa olsun... ne sıkıntı olursa olsun ruhumun neler yapabildiğini göstermem gerek sonuç ne olursa olsun berbat birşeyde çıksa sadece ilerlemek amacım derdimi anlatmak. Elimdekilere bakıyorum ve ilerliyorum yaşam hayalet askerleriyle üstüme geliyor hissediyorum dört duvar arasında. Ama diyorum ki bende sana geliyorum. Kazanırım ya da kaybederim neticede kaçmıyorum ve geliyorum... asla arkaya bakmak yok sadece ilerle yolun nereye çıkacağını biliyorsun. Çünkü ruhun gitti ve geldi sana rehber olacak. Ve hissediyorum... yaşamın askerleri varsa benimde ruhum var. Ölümsüz bir ruhum. Biliyorum bir gün o tek pencereden göreceksiniz beni. Ben o odada bekliyor olacağım.


top