Bir Sırp Filmi


Emekli porno yıldızı Milos mesleği bırakalı beş yıl olmuştur. Bu beş yıl içerisinde halen yeni bir meslek edinemeyen Milos, karısı ve oğluyla beraber yaşantısına mutlu bir şekilde devam etmektedir ki eski iş arkadaşlarından Lejla, onu eski günlerine döndürebilecek bir teklifle çıkagelir. Bu teklif hem Milos’un ailesinin geleceğini garantiye alabileceği astronomik bir ücreti kapsayacak kadar iddialı, hem de ona, neyin çekileceği hakkında en ufak bir ipucu verilmeyecek kadar gizemlidir.

yazan Onur Atay

Film hakkında birşeyler yazmadan önce söylemek isterim ki; kutsalı olan, tabuları olmadığına inansa da kimi gördüklerinden kolayca etkilenen, adult/porno sektöründen hazzetmeyen arkadaşlar, mümkünse film hakkında ne birşeyler araştırsınlar, ne okusunlar, ne de rastlayınca gözucuyla baksınlar. Bu yazdıklarım genelde provokatif anlamda ilgi çekmeye, merak duygusunu körüklemeye daha fazla yarar; ancak samimiyetimden emin olun ve uzak durun. Çünkü “Srpski Film” sanki bir yumruk gibi iniyor ağzınızın üstüne, sizi onu yutmaya zorluyor, midenizde açılıyor ve izini bırakarak bağırsaklarınızda dolaşıyor. Film izlendikten sonra, sınırları zorlamasıyla eleştirilebilecek “Oldboy”, “Salo: Sodom’un 120 Günü” veya “Re-Animator” gibi filmleri kıyasta leblebi şekeri kıvamında bırakıyor, ve bunu (şahsi kanaatimce) ucuz istismar sahneleri yoluyla değil, hakkını vererek yapıyor. Bu sebepten ötürüdür ki uyarımı tekrarlamak istiyorum, ‘bunu seven bunu da sevdi’ türünden bir filmle karşı karşıya değilsiniz, dikkatli olun.

Filmin anlatmaya çalıştığı hakkında türlü okumalar yapılabilir, yönetmen/senarist Srdjan Spasojevic ve senarist Aleksander Radivojevic’in çeşitli söyleşilerde vurguladıklarıysa filmin metaforik bir Sırbistan anlatısı olduğu yönünde. Hele ki son on beş-yirmi senedir kuvvetli sansür anlayışıyla boğuşan bir ülkeden (tanıdık geldi mi a dostlar?) çıkan böylesine radikal bir filmin adının bile “Srpski Film (Bir Sırp Filmi)” olması “dakika bir gol bir” ayarında bir atıf gibi görünüyor. Spasojevic’in söyleşisi sonrası yapılan başka bir yorumsa şöyle: “Sırbistan’da doğduğunuz an düzülürsünüz. Yaşarken her an düzülürsünüz. Ölürsünüz, o zaman bile rahat bırakılmaz, bir müddet daha düzülürsünüz.” (Uyarı: Bu yorum filmde tam anlamıyla canlandırılmaktadır!)

Srpski Film’in parlayan taraflarından biri de oyunculuklar. Başkahramanımız Milos (Srdjan Todorovic, kendisini muhtelif Kusturica filmlerinden de tanıyoruz) filmin başından itibaren bize gerekli tedirginliği vermekte kusursuz, ve çok başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Filmin açılışında, oğlunun kazara bizzat kendi pornosunu videodan izlemesiyle başlayan ve sürekli yükselen tekinsizliği, hem fiziksel hem de ruhsal olarak oyunculuğuna yansıtıyor. Tüm olaylar silsilesinin baş sorumlusu addedebileceğimiz, çekilen gizemli filmin yönetmeni Vukmir’se (Sergej Trifunovic) bir tiyatro sahnesindeymişçesine tirad üstüne tirad patlatıyor, manipülatör karakterini bize karşı konuşturur gibi oynuyor ve bazen kendisiyle empati kurabilmemizi bile sağlayarak filmden kopmamamıza katkıda bulunuyor. İşin ilginç tarafıysa bu iki oyuncu ve kadronun geri kalanının hatrı sayılır bir kısmı Sırbistan’ın popüler sinema oyuncuları. Yani gerek televizyonda, gerek beyazperdede rastlanabilecek, kariyerleri iddialı ama ‘mainstream’ oyuncular. Kaldı ki senarist Radivojevic de iki sene öncesinin Sırp block-buster’ı “Carlston za Ognjenku” isimli filmin senaryosuna da imza atmış bir isim. Demem o ki, gerek oyunculuklarıyla ve onların yönetimiyle, gerek prodüksiyon kalitesiyle (ki film Red One™ ile çekilmiş ve çok başarılı planlara sahip), gerekse yönetmenliğiyle ziyadesiyle kaliteli bir yapım. Orijinal tema müziği gerginliği her seferinde ikiye katlıyor. Yani standart bir istismar filmiyle kıyaslarsak, (son zamanların çıtır çerez Amerikan istismar filmlerini dışarda tutuyorum) kalitesi şaşırtıcı ve cidden ‘uçtan da öte’ denebilecek bir noktada duran senaryosu ve ‘epik& sapkın’ diye tanımlayabileceğim kimi sahneleriyle kitleleri infiale sürükleyecek bir film için beklenmeyecek seviyede. Sırp sineması için bir mihenk taşı olabilecekken, içerdiği sahnelerin tehlikesi nedeniyle ‘underground’ kalmaya mahkum olabilme ihtimali yüksek olan film, yapılmamışı yapmasıyla ve hatta düşünülmemişi düşünmesiyle bile denenilesi. Ancak en başta yapmaya çalıştığım uyarıdaki gibi; hazmı zor, kendisi zor, kimilerine göre ‘çekilmeye kalkılması’ bile suç teşkil eden, yumuşak karınlara atılan bir tekme gibi “Srpski Film”.

Not: SXSW 2010’da da gösterilen film, bir izleyicinin yorumuyla “İzlerken bir anda polisin içeri girip hepimizi tutuklayacağını düşündüm.” denecek kadar tehlikeli. Çekiminden ziyade izlenmesi bile çoğu yerde suç sayılabilecek bu film ya gerçekten de yaratıcılarının atıf yaptığı gibi sansüre başka bir boyut getirecek, ya da biz yeni bir “Cannibal Holocaust” yaratmış olacağız. İyi seyirler demek istiyorum, ama diyemiyorum.


Kişisel Görüş ;

Öyle yada böyle içerik olarak çok rahatsız edici olan bu filme çok büyük tenkitlerde bulunabiliriz ancak yönetmene bu filmi neden çektin bunu çekmek hatta izlettirmek suçtur diyemeyiz. Sansürlerle boğuşan Sırbistan'da sansürü bırakın insanı izlerken yerin dibine sokan bu film bir ironiyi yanında getitirken nihayetinde insanları acımasızca dürtüyor. İnsanlar yapmak isteyipte yapamadıklarını izlemek için para verirler diyorlar, eğri oturup doğru konuşursak, günümüzde internet %60'a kadar porno için kullanılmakta, çünkü insanlar cinsel bakımdan özgür değiller, elbette olmamalıda ancak içindeki şeytanı tatmin etmek için porno her zaman ilk danışılan araç olmuştur, hatta ve hatta Bir Sırp filmi olarak adlandırılan filmin içeriği hakkında bilgi edindiğinizde eminim ki izlemek istediniz, içinizdeki şeytan öyle istedi çünkü, evet filmdeki bazı sahneler çok ileri gitmiş, insanlık suçu olarak bile adlandırılabilir ancak günümüzde bu tür cesaretli filmlerede gerek var, hiç bir çekilen film gereksiz değildir bir hikaye bile yoksa mutlaka birşeyler açıklıyordur, bir çok izleyen yorumlara göre kendinden tiksiniyor neden çünkü herkes biliyor ki porno izleyicisi, ama film anlatmıyor ki pornonun iğrençliğini, film içerisinde porno içerik olması pornolara gönderim yapıyor anlamınada gelmez, evet filmde olanlar gibi gerçektede cinsel sapık insanların, vahşetsel, insanlık dışı gibi öğelerle kendilerini tatmin ettiği bir gerçek bu insanlar adı üstünde sapık, cinselliği esas amacından uzaklaştırarak içindeki şeytana yenik düşerek seks,vahşet ve hayal bile edelimeyecek derecedeki öğeleri karıştırarak sıra dışı olan cinsel açlıklarını doyuruyorlar. Film en basit derecede bahsedilmesi bile suç olabilecek olayları bize gösterirken diyor ki ; Cinsel haz ve tutku Tanrı'dan gelen bir duygudur ancak tanrı insana bir sınır belirlemiştir, İnsanlar yani sizler tutkularınızı sır gibi saklarken porno sektörü sizin pislik ihtiyaçlarınızı karşılamaktadır, ne yani bizi böyle bir film yaptığımız için mi suçluyorsunuz ? Yapmayın biliyoruz haftada kaç kez porno izliyorsunuz ?

Böyle bir filmin Sırbistanda çekilmesi ve her türlü destekten mahrum olarak yayınlanabilmesi ayrı bir olay tabi, filmi izleyin etkilenmemek elbette elde değil ancak yönetmenden ve film ekibinden oyunculardan tiksinmeyin, onlar bizlere sinemanın iletişimsel fonksiyonu ile bir takım gerçekleri gösteriyorlar insanların kendi kendini kandırmaya değil yüzleşmeye ihtiyacı var.

filmin metaforik bir Sırbistan anlatısı olduğunu ilk izleyenler elbette anlayamazlar, ancak yukarıda yazdıklarımın kişisel görüş olduğunu bilmenizi isterim, izleyici yorumu olarak filmin yönetmeni ile konuşmadan gerçekten filmin yazdığım kısımlar ve konular ile alakası olup olmadığını bilemem ancak çıkardığım bir başka tarafta bu.


Değerli arkadaşım Eray Dinç'in yazıp yönettiği ve ilginç özelliği Fotoğraf makinası ile çekilmesi olan film Tabiatın, her geçen gün hafızasını kaybettiğini farkeden
ve buna inanan bir adamın hikayesini anlatıyor.

Dogma 95

Dogma 95 1995te danimarkalı yönetmenler Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Kristian Levring, ve Søren Kragh-Jacobsen tarafından başlatırmış avangart film yapım akımıdır. Bu akım bazen Dogme 95 Collective veya the Dogme Brethren olarak da bilinir.

Amaçları ve Kuralları

Dogma 95 tarafından belirlenen kurallar:

  1. Çekimler stüdyo dışında yapılmalıdır. Sahne donanımı ve setler içeri taşınmamalıdır. (Hikaye özel bir sahne donanımı gerektiriyorsa, stüdyo dışında bu donanıma uygun bir mekân seçilmelidir.)
  2. Ses, kesinlikle görüntülerden ayrı olarak üretilmemelidir ya da tersi. (Sahne içinde üretiliyor olmadığı sürece müzik kullanılmamalıdır.)
  3. Kamera, elde taşınıyor olmalıdır. Elde taşınan kamera ile elde edilecek hareketlilik ya da hareketsizlikler serbesttir. (Film, kameranın durduğu yerde çekilmemeli; kamera filmin olduğu yerde olmalıdır.)
  4. Film, renkli olmalıdır. Özel ışıklandırma kullanılamaz. (Eğer çekilecek olan sahnede filmin pozlandırması için çok az bir ışık söz konusuysa, sahne kesilmeli ya da tek bir lamba kameraya iliştirilmelidir.)
  5. Optik numaralar ve filtreler kesinlikle yasaktır.
  6. Film, gelişigüzel aksiyon içermemelidir. (Öldürme, silahlar, vs. bulunmamalıdır.)
  7. Zamansal ve coğrafi yabancılaştırmalar yasaktır. (Kısaca film, şimdi ve burada geçmelidir.)
  8. Tür filmleri kabul edilemez.
  9. Film formatı 35 mm olmalıdır.
  10. Yönetmen, jenerikte belirtilmemelidir.

Ayrıca yönetmen, kişisel adlardan sakınacağına, artık sanatçı olmadığına, anları bütünden daha önemli gördüğü gibi, bir 'iş' yaratmak- tan kaçınacağına, en büyük hedefim karakterlerinden ve ortamdan gerçeği açıkça çıkarmak olacağına ve bunu elinden geldiğince ve iyi tadlarla estetik faktörler pahasına yapacağına and içer.

Kurgu Nedir?


Kurgu Nedir?
Görüntülerin ve seslerin bir senaryo dâhilinde belli bir amaca uygun olarak peş peşe sıralanmasına “kurgu” veya “montaj” denir.
İyi bir senaryoya, kaliteli oyunculara sahip ve iyi çekilmiş bir sinema filmi, kötü bir kurgucunun eline düştüğü takdirde değerinden çok şey kaybedebilir, izleyici tarafından anlaşılmayabilir. Bu durumun tam tersi de mümkündür: iyi bir kurgucu, yapımı çok daha hareketli, canlı, anlaşılır kılabilir, belirli noktalara kadar çekim hatalarını veya oyuncuların kusurlarını giderebilir.

Bir yapımın kurgusunda ön planda olan kişiler yönetmen ve kurgucudur. Yönetmen, görüntülerin çekimini gerçekleştirir ve işin nihai sonucunun ne olması gerektiği konusundaki en yetkili kişidir. Kurgucu teknik ve estetik bilgisiyle yönetmenin kafasında oluşturduğu resmi gerçekleştirir. Ancak tecrübeli bir kurgucu sadece yardımcı olmakla kalmaz, fikirleriyle yönetmene ilham verebilir.
Bir kurgucu işini yaparken birkaç soru sürekli zihninde döner durur:


  • Bir çekimden diğerine ne zaman ve nasıl geçmeliyim?


  • Çekimlerin sırası nasıl olmalı?


  • Yaptığım kurgu, filmin kolay anlaşılmasını sağlıyor mu?


  • Yaptığım kurgu, izleyicinin daha keyifle seyretmesini, daha fazla korkmasını, üzülmesini veya gülmesini sağlayabiliyor mu?


Kurgunun Önemi
Rus sinema kuramcısı Lev Kuleşov ilk defa "montaj" kelimesini Vestnik Kinematografi (Sinema Haberleri) dergisinde, "Sinemada Sanatçının Görevleri" adlı makalesinde kullanmıştır: "Üzerine harfler yazılarak dağıtılmış ayrı küpleri bir araya getirerek, kelime veya cümle kuran çocukların yaptığı gibi, yönetmen de filmi yapmak için ayrı, birbirleriyle ilgisi olmayan, farklı an ve günlerde çekilmiş parçaları bir araya getirerek, dağınık pozları en uygun, anlamlı, eksiksiz ve düzenli bir şekilde sıralamalıdır. Bu da filmin montajını anlatan en basit, en ilkel şemadır..."
1918'de Kuleşov, kendisinin belirttiğine göre, içinde "montaj teorisi"nin şekillendirildiği "Proekt inzhenera Prayta" (Mühendis Pryat'ın Projesi) adlı ilk filmini yapmıştır. Kuleşov için montaj, pozların birbirine yapıştırılmasından çok, sanatsal bir düşünce tarzıdır. Lev Kuleşov tarafından sonradan "Kuleşov etkisi" adı verilen montaj deneyi yapılmıştır.
“Kuleşov etkisi” (Kuleshov Effect) adı verilen bu deneyde önce yüzünde hiçbir ifade olmayan bir adam yakın plan çekildi, ardından ise bir tas çorba, küçük bir kız çocuğu ve bir tabut görüntülendi. Bu 4 görüntüden daha sonra şu şekilde üç kısa film oluşturuldu:


  1. film: Adam - çorba - adam


  2. film: Adam - kız çocuğunun tabutu - adam


  3. film: Adam - kadın - adam
Bu üç kısa film, üç farklı denek grubuna seyrettirildi. Birinci filmi, yani yüzünde bir ifade olmayan adam, ardından çorba kâsesi ve tekrar adamın yüzünü seyreden gruba adamın yüzünde nasıl bir ifade olduğu soruldu. Grubun çoğunluğu bu soruyu “açlık” şeklinde cevaplandırdı. Aynı soruya ikinci filmi seyredenler “üzüntü” üçüncü filmi seyredenler ise “sevgi” şeklinde cevap verdi. Seyirciler, adamın çekimiyle birlikte gösterilen görüntü arasında psikolojik olarak bir bağlantı kurup farklı anlamlar çıkarmaya çalışmışlardı. Çünkü seçilen ve ardarda sıralanan görüntüler izleyicinin mesajınızı nasıl algılayacağını etkiler. Çekimler filmde öyle bir biçimde peş peşe getirilir ki, izleyiciler gerçekte görmedikleri bir şeyi görmüş gibi olurlar.

Kuleşov iki ayrı sahnenin birleşmesinden yeni bir mana, yeni bir temsil ve bu sahnelerin hiç de ifade etmediği üçüncü bir anlam ortaya çıktığını belirterek: “Bu keşfim, beni hayrete düşürdü. Bundan sonra montajın ne kadar büyük bir güce sahip olduğunu kavrayabildim.” demiştir.

Bu keşfin arkasında, sinema sanatının o dönemde henüz tanınmayan imkânları saklıdır. "Kuleşov etkisi", Kuleşov'dan başka Pudovkin, Eiseinstein ve diğer ustaların da dikkatlerini çekti. Şüphesiz ki, hem arkasından yaptıkları sinema deneyleri, hem de sesli filmin yapısını anlatan Eiseinstein'in "Dik Montaj" makalesi, Kuleşov deneyinin esintilerini taşıyordu. Günümüzde ortaya çıkmış olan klip sanatı (modern konulu filmlerde de yönetmenlerin sıkça faydalandıkları klip sanatı), gerçekte Kuleşov'un deneylerini yaptığı dönemden bu yana kullanılmaktadır.
Pudovkin ve Kurgu


Vsevolog Pudovkin, Kuleşov'un öğrencilerindendir. Daha sonra Kuleşov, Profesör Pavlov ile anlaşarak, Pudovkin'e Beyin Mekanizması filmini yapma imkânı sağlamıştır. Çok geçmeden, Pudovkin aynı okuldan mezun kameraman Golovnya ile birlikte dünya çapında ün yapmış Ana (Mat, 1926) filmini çekmiştir. Bunun yanında, yazdığı teorik makaleleriyle Pudovkin, sinema sanatının gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur.
Pudovkin film için “çevirmek” kelimesini kabul etmiyor onun yerine “kurmak” sözcüğünü kullanıyor. Ona göre bir film çevrilemez, kendisine has hammadde ile yeniden kurulur. Pudovkin’e göre çekilen her görüntü perdede hareket etse de birer ölü nesnedir. Bu nesne ancak diğer nesnelerle birlikte düzenlenirse, başka görsel görüntülerin bireşiminin bir parçası olarak filmsel yaşama kavuşur.

“Kurgu temel yaratıcı güçtür” diyor Pudovkin ve devam ediyor; “bu gücün yardımıyla ruhsuz fotoğraflar (tek tek çekimler) canlı, sinemalık biçime sokulur. Ve doğa ancak kurgunun üzerinde çalıştığı hammaddeyi verir. İşte gerçek ile film arasındaki ilişki de tam budur.” Bazen seyirciye bir olay, hatta bir oyuncu bir bütün olarak değil, sahne ya da insan vücudunun çeşitli parçaları gösterilir. Bir filmin bu yolla meydana getirilişine, yani bütünü parçalarına ayırdıktan sonra bu parçalardan filmsel bir bütün kurulmasını “Kurucu Kurgu” olarak tanımlıyor.
Ayrıca bknz: Kurgu Üstüne - V. I. Pudovkin Kurgu Üstüne - V. I. Pudovkin

Dziga Vertov ve Kurgu




Vertov filmlerdeki kurmacanın bir afyon olduğunu savunur. Bu kurmacalar seyirciyi sarhoş eder, böylece daha sonra bilinçsiz seyirciye çarpıtılmış gerçekleri kabul ettirmek kolaylaşmaktadır. Vertov Kameralı Adam' (1929 - Chelovek s kino-apparatom) filminde gündelik yaşamı herhangibir oyuncu, dekor, yada kurmaca olmadan kendi akışı içinde anlatmaya çalışmış, şehirleşme, makineleşme, insan ve makinenin eşgüdümlü uyumu üzerine odaklanmıştır. Bu nedenden ötürü Kameralı Adam filmi, sinemada gerçeğin olduğu gibi çarpıtılmadan yansıtılması bakımından önemli bir yer tutar. Dziga Vertov, Mikhail Kaufmann ve Elizaveta Svilosa'dan ile ve sine-göz kuramını geliştirirler. Ve kendilerini Kinokslar olarak adlandırırlar.
“...Biz kendimizi çöplüklerden bolca malzeme toplayan paçavracı sinemacı sürüsünden ayırt edebilmek için “Kinoks”lar olarak adlandırıyoruz.
Artistik sinemada kurgunun anlamı, yönetmen tarafından ele alınan senaryonun değişik çekimlerinin bir sıraya göre birleştirilmesidir.Kinoksların kurgu anlayışıysa tamamen farklıdır. Bu, görünen evrenin düzenlenmesinden ibarettir.
Kinokslar şunu ayırt ederler:
1- Gözlem Sırasında Kurgu : Çıplak gözün herhangi bir anda, herhangi bir yere yönelebilmesi.
2- Gözlem Sonrası Kurgu : Gözle saptanan görüntülerin, kafada, belli bir düzen içinde tasarlanması.
3- Çekim Sırasında Kurgu : Bu kez gözlem sırasında saptanan görüntülere yönelen alıcıdır. Bu çalışma sırasında tasarlanandan, her zaman biraz değişik olan çekim koşullarına uymak gerekir.
4- Çekim Sonrası Kurgu : Kaba kurgu diye adlandırılabilecek bu aşamada kesin kurgu için noksan gelen bir takım çekimler saptanır.
5- Göz Atma : Ayrımlar arası geçişlerin saptanması için bir anlık yöneliş. Büyük bir dikkat ve alışkanlığı gerektirir. Savaş kural : sürat.
6- Kesin Kurgu : Geniş temalı bir bölümde belirsiz kalmış küçük temaların açığa çıkarılması. En doğal sürekliliğin ve akışın sağlanması amacıyla, çekilen bütün malzemenin yeniden düzenlenmesidir. "
Kurgu, ilk gözlemden, filmin kesin son bulmuş şeklini alıncaya kadar devam eder.
"Kameralı Adam" filminin tamamını ve film hakkında bilgiyi sitemizin; Sinema Tarihi bölümünden, Dziga Vertov - Kameralı Adam - 1929 ulaşabilirsiniz.

Eyzenşteyn ve Kurgu

Eyzenşteyn ilk filmi Grev (Stachka, 1925) yeni bir temsil alanı, anlatı dünyası, kahraman tipi yaratır. Mekan gerçek bir metalurji fabrikasıdır. Kahraman kitleler, insan topluluklarıdır ve bireyler daha arka planda kalır. Anlatı biçimi ve çekim montajı hemen göze çarpar. Filmde kahramanlara çeşitli hayvan görünütüleri ile isimlendirip kurgular. Son sahnede işçilerin katledilmesini mezbahada boğa kıyımları ile beraber görüntüler. Bu tip kurgular ile filmin anlatımını güçlendirir. Zaten Ayzenştayn`a göre iyi kurgulanmış bir montaj sadece sahneleri birbirine bağlamakla kalmaz, aynı zamanda izleyicinin hislerini istenilen yöne çekebilmek ve seyirci kitlesini heyecanlandırmak için de iyi bir yoldur.


İkinci filmi Potemkin Zırhlısı (Bronenosets Potyomkin 1925), tüm zamanların en etkileyici filmlerinden biri olarak sinema tarihine altın harflerle kazınır. Film 1905 Bolşevik İhtilalini anlatması için devlet tarafından sipariş edilmiş olmasına rağmen, Eyzenşteyn filmi yepyeni montaj teknikleri, estetik anlatımı ve etki yöntemleriyle basit bir propaganda filmi olmanın çok ötesinde bir klasik haline getirir. Filmin en meşhur sahnesi Odessa merdivenlerindeki kıyım’dır (Primorsky (Potemkin) Merdivenleri). Çarlık askerleri beyaz yazlık tünikleriyle sanki havada süzülürcesine ve çok ritmik bir şekilde (makine gibi) merdivenlerden inerken, merdivenlerde askerlerden kaçan sivil insanların katledildiği sahnedir.
Ayrıca bknz: Ayzenþtayn'a Göre KurguYöntemleri Ayzenştayn'a Göre Kurgu Yöntemleri
David Wark Griffith
Sinema tarihinde kurguyu bilinçli olarak uygulayan, Amerikalı yönetmen David Wark Griffith’tir. Griffith, 1908–1912 yılları arasında çevirdiği 400 civarında kısa filmle sinemanın imkânlarını zorladı. Bu yönetmenin özellikle Charles Dickens’in romanlarındaki kurgulama tekniğini ve paralel anlatım yöntemini sinemaya uyguladığı bilinmektedir. Griffith’in en önemli filmi, sinemaya teknik olarak büyük yenilikler getiren ve iyi bir gişe başarısı sağlayan ama ırkçılık yaparak zencileri aşağıladığı için çok eleştirilen “Bir Milletin Doğuşu" dur (The Birth of a Nation - 1915). Yakın çekim, iris, kararma ve açılma gibi pek çok çekim-kurgu tekniğini geliştiren Griffith, “Ticaretten anlasaydım bu tekniklerden birkaçını patente bağlardım ve yüzyıl film çevirsem kazanamayacağım parayı kazanırdım.” demiştir.
Hitchcock ne diyor?
"...Üçüncü bir yol, benim saf sinematik dediğim şeydir. Yani filmin bir araya getirilmesi ve farklı bir fikir yaratmak için nasıl değiştirilebileceği... Şimdi yakın çekim alalım ve size adamın ne gördüğünü göstereyim.
Adam, bebekli bir kadını görüyor olsun. Şimdi tekrar adama dönelim ve ne gördüğünü görelim. Gülümsüyor. Bu adamın karakteri hakkında ne söylersiniz? Müşfik, değil mi? Sempatik biri. Şimdi kadınla bebeğinin olduğu ortadaki kısmı atalım, diğer iki kısım aynen kalsın. Şimdi araya bikinili bir kız yerleştirelim. Adam bakıyor. Bikinili bir kız. Ve gülümsüyor. Adam şimdi ne oldu? Terbiyesiz bir ihtiyar! Bebekleri seven o eski beyefendi yok artık.
İşte bir film sizin için bunu yapar. "
Yönetmenin 1954 tarihli filmi "Arka Pencere" ( Rear Window - 1954) filminde Hitchcock'un Kuleşov Etkisini kullandığını görürüz. İş kazası geçirerek ayağını kıran ve evinden dışarı çıkamayan bir foto-muhabiri gazeteci L. B. Jefferies'in (James Stewart) canı çok sıkılmaktadır. Kendisi haftalarca yerinden kıpırdayamayacağından dolayı yan apartmanlardaki komşularını izlemeye başlar. Bu sayede insanların özel hayatlarını dair birçok bilgi edinir. Sık sık gördüğü bir komşusunu artık göremeyince bir şüpheye kapılır ve araştırmaya başlar. Filmdeki bir çok sahne pencere dışında geçen olaylar ve L. B. Jefferies'in yüz ifadesi üzerine kuruludur. Bu yöntem Kuleşov Etkisine güzel bir örnektir.
Filmsel Zaman
Bir oyuncu bir odayı baştan sona geçsin ve diğer odaya girsin. Filmde tüm bu olayı gerçek yaşamdaki sürede göstermek zorunda değiliz. Oyuncunun yürüyüşünün bazı kısımlarını atabilir, bazı kısımları gerçek süresinden daha uzun kurgulayabiliriz. Filmlerde bir olayı gerçek yaşamdakinden daha kısa ya da daha uzun verebiliriz. Buna “filmsel zaman” diyoruz.
Filmsel zaman keyfîdir, yönetmen ve kurgucu, bütün bir günü birkaç dakikaya sığdırabilecekleri gibi birkaç dakikalık bir olayı gerçek süresinden daha uzun bir sahne hâlinde kurgulayabilirler. Alfred Hitchcock, “Notorious” (1946) adlı filminde bütün bir gece süren bir partiyi filmde 8 dakikada göstermiş, buna karşın parti öncesi hazırlık sahnesinde kadın oyuncunun, kocası banyoda yıkanırken komodinin üzerinde duran anahtarlığı çalmasını gerilim arttırmak için çok fazla uzatmıştır. Zaten Hitchcock, “Film, hayatın sıkıcı anlarının kesilerek kısaltılmış hâlidir” diyerek bir filmin gerçek hayatta yaşananları birebir zamanlamasıyla vermeye mecbur olmadığına işaret eder.


Bu konuda uc örneklerden biri, "À bout de souffle" (Breathless - Serseri Aşıklar) (Jean-Luc Godard, 1959) filminde, asıl karakter Marsilya’da bir polis memurunu vurur, bir tarladan koşarak geçer ve Paris’e ulaşır. Godard, devamlılığı sebepsiz yere bölebilecek kadar maharetli bir film yapımcısıdır. Breathless filmi tam anlamıyla bir film olarak dikkat çeker: 1930'lar ve 40'larda düşük bütçeli filmler üretmiş olan Monogram Pictures’e adanmış, ve daha akılcı bir yaklaşımla, bir karakterin araç kullanmadan bir yerden başka bir yere gidebilmesi şeklindeki bir sahneyi içerebilecek düşük bütçeli bir Amerikan filminin tarzını yaratabilmiştir.
Bütün bunların ışığında bir filmin aslında üç kere çekildiğini söyleyebiliriz:
1. Proje senaryo aşamasında,
2. Çekimler aşamasında,
3. Kurgu aşamasında.
İyi bir film her üç aşamanın da başarıyla gerçekleştirilmesiyle ortaya çıkar.

“Ben gerçeği herkesin kendisinin bulması gerektiğine inanırım. Bana kalırsa, sosyal bir öbek için bir çağrı hazırlamak, ya da herkes için çağrı olacak bir çevirmek boşunadır. Bir topluluğa hitap edilebileceğine inanmıyorum. Çünkü topluluk dediğimiz nedir ki? Her birinin kendi gerçeği olan belli sayıda bireylerin toplamı. Filmlerimin bir sonu olmayışının nedeni de budur. Filmlerimin hiçbir zaman basit bir çözümü yoktur. Bana kalırsa, bir sonuca ulaşan herhangi bir öykü anlatmak, sözün tam anlamıyla ahlâk dışıdır. Perdede bir sonuç sunduğunuz anda seyircinin işine karışıyorsunuz demektir.”

“Sanatta tanımlamalar anlamsızdır. Etiketler bavullara konur… Sanatta bütün yolların geçerli olduğu kanısındayım.”

(Andrei Tarkovski hakkında) “Büyük çı, büyük ruh, büyük usta.”

, Charlie Chaplin’den daha çok hoşuma gider. Kedi parlaklığındaki gözleri, kemirgenleri andıran keskin dişleri ile Chaplin bende bir tür kuşku, güvensizlik yaratıyor. Chaplin’in belki de en büyük olduğunu kabul ediyorum. Ancak Keaton’ın duygu sömürüsüne ihtiyacı yoktu. Giriştiği mücadeleleri ve başına gelen yıkımları, haksızlıkları ya da adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için yaşamamıştır. Ve bu mücadeleler, bizi heyecanlandırmayı ya da bize tepeden bakmayı amaçlamaz. İnatçı çabasının özü, bize bir bakış açısı, tümüyle değişik bir perspektif önerisinden ibarettir. Âdeta bir felsefedir bu, değişmez kavramlardan oluşan bir sistemin içinde donup kalmış bütün varsayımları ve fikirleri altüst eden ve bunları geçici ve yararsız kılan değişik bir din. Budizm’den direkt gelen gülünç bir varlık.”

(Otto e mezzo hakkında) “Aslında, bu filme bir isim vermeyi bile becerememişim. Notlarımın olduğu deftere, o güne kadar çekmiş olduğum bütün filmlere gönderme yapmak amacıyla 8 1/2 şeklinde bir not düşmüştüm, geçici olarak. O, filmin adı oldu.”

“Bir eseri, yalnız ve tek bir ifadeden, kendi öz ifadesinden doğar. Genellikle tercihim, için yazılmış özgün konulara yöneliyor. Öyle sanıyorum ki sinemanın edebiyata ihtiyacı yok. Yalnızca yazarlarının, yani merakını ritimle, sinemaya özgü ahenkle anlatan kişilere ihtiyacı var. , en iyi varsayımla bile her seferinde hayali kopya resimler gibi üst üste çakışmalara ihtiyacı olmayan özerk bir dalıdır. Her eseri, algıladığı ve ifadesini onda bulduğu boyutta yaşar. Bir kitaba ne basılır? Durumlar… Ancak, bu durumlar kendileri olmadan, hiçbir anlam taşımazlar. Önemli olan, bu durumların ifade edildiği duygulardır, yani hayal gücüdür, ortamdır. Işıktır ve sonuç olarak bunların yorumudur. Oysa bu olguların kâğıt üzerindeki yorumunun, sinematografik yorumu ile hiçbir ilgisi yoktur.”

“Bir çı her zaman kendinden söz edermiş gibi geliyor bana. Bir filme giren günlük şeyler bile çının acı ve kaygılarının tanıklarıdır.”

“Gerçeği abartmaktan, süslemekten, güzelleştirmekten hoşlandığımı bütün dostlarım bilir. Bazı insanlar bu yüzden yalancı olduğumu söylüyorlar. Benim gibi düşlerin ve görüntülerin dünyasında yaşayan birisi için gerçeğe sadık kalmak ancak doğaüstü, aşırı bir zorlama olabilir.”

“Kitaplar okumaya, tablolar görmeye hiç gerek yok. Yaşam bugüne dek, bu yapıtlarla şartlanmıştır; çağın özü onlardır. Öyleyse yaşamak yeterlidir.”

“Asıl katıksız anlamda Yeni-Gerçekçiliğin benim için almamı: insanın kendini ve başkalarını araştırması, bütün yönlere, hayatın bulunduğu her yöne doğru bir araştırma…”

“Franz Kafka… Düşsel bir peygamber…”

“Tek gerçeklik düşlerdir.”

“Düşlerimiz bizim gerçek yaşamlarımızdır.”

(Alfred Hitchcock’un – Kuşlar filmi hakkında) “Kıyamet şiiri…”

“Yeni-Gerçekçiliğin ‘ yapmak yaşama karşı bir alçakgönüllülük eylemidir.’ öğretisini kabul etmiyorum… Çünkü bu yaşama karşı alçakgönüllülük işini, kamerayla olan işinize dek uzatacak olursanız, artık yönetmenine gerek kalmayacaktır.”

“Duyduğum tek sorumluluk duygusu, cehalet ve aptallık tarafından üretilen vasatlıktan kaçınmaktır.”

“Seyirci (…) istekleriyle şartlanmak olanaksızdır. Buna önem verecek olursanız, kendinizi aşağılayıcı ve küçültücü bir duruma sokarsınız…”

“Bir insanın gerek kendisi ve gerek başkalarıyla ilişkileri, gerekse de hayatın gizemleri konusundaki bütün araştırmaları tinsel ve gerçek anlamda dinsel bir araştırmadır.”

“Son yok. Başlangıç yok. Sadece hayatın sonsuz tutkusu var.”

“Benim bir tek hayatım var, onu da sana anlattım. Bu benim vasiyetim, çünkü anlatacak başka bir şeyim yok.”

(Akira Kurosawa hakkında) “Büyük bir gösteri adamı.”

“Ben yarım Romalıyım. Annemin ailesi Romalı. Hem de çok uzun yıllardan beri. Soykütüğü araştırmalarıyla uğraşmaktan haz duyan bir yeğenim var, annemin kızlık soyadı Barbiani’ye kayıtlarda ilk olarak 1400′lü yıllarda rastlamış. Papa 5. Martin’in maiyetinde bir Barbiani’nin çalıştığını bile saptamış hatta. Bunaryosuz senaryoları filme çekmeye zorlayan kişi çok uzaklardaki bu atadır… Roma’da yaşamaya 1938′de başladım. Burada kendimi çok daha rahat hissettim. Ama peki benim Romalı yanım var mı? Genel düşüncelere göre Romalı, dışa dönük, nefsine düşkün, eli açık, epey sosyal, insanlarla birlikte olmaktan zevk alan, iyi masalardan keyif alan, siyasete tutkunluk derecesinde bağımlı, kendisini dinsiz diye tanıtan, ama karısıyla kızlarını ‘Bir ailede tanrı ile arasının iyi olması gereken kişiler de olmalıdır…’ düşüncesiyle kiliseye yollayan biri… Ancak bu pek sempatik kusurları ve insani nitelikleri kişiliğimde tam anlamıyla yansıttığımı hiç sanmıyorum. Özellikle siyasal tutkuya gelince, bu konuda Romalı değil, tam bir Eskimo’yum.”

sirke çok benzer; eğer olmasaydı, pekâlâ bir sirk yöneticisi olabilirdim. Sirk de gibi katıksız bir teknik ve doğaçlama karışımıdır.”

“Şanslı olanlar mantığa pek fazla bel bağlamazlar. Onlar sezgilerine güvenmekten, sezgileri tarafından yönlendirilmekten kor

kişi uyuşturucu müptelâsıymış ve bir zehirlenme olayıyla ilgili olarak engizisyonda yargılanıp hapse atılmış; otuz yılını fareler ve örümceklerle iç içe geçirmiş. Kim bilir, beni belki de bu tür sekmazlar.”

“İtalya gibi bir ülkede hayatımda tek bir futbol maçı bile izlemediğimi bir şekilde öğrenmeleri ya da herhangi bir seçimde bilinçli verilmiş herhangi bir oya sahip olmayışımı ifşa etmem, linç edilmem için yeterli sebeptir sanıyorum. Neyse ki, İtalyanım ve Orta İtalya’da yaşıyorum… Vatandaşlarım beni linç etmek için gerekli enerjiyi toplayıncaya kadar, kaçmak için gerekli enerjiyi toplamış olurum sanırım.”

“Her filmimin başında, vaktimin en büyük bölümünü çalışma masamda geçirir, habire kıç ve meme resimleri çiziktiririm. Bu, benim filmime başlama, bu karalamalar arasında onu çözme biçimimdir. Tıpkı bir labirentten çıkışı sağlayan ipuçları gibi…”

(…) kendi kendimi araştırmamı sağlar. Aslında hiçbir zaman çözümü bulmayı istemem. Ne yapayım çözümü? Yaşam belirtisi bu değil mi; aramak, durmaksızın aramak…”

“Eğer Brigitte Bardot varolmasaydı onu yaratmak zorunda kalacaktık.”

“Işık, filmin özüdür. Ve bu nedenle sinemada ışık ideolojidir, duygudur, renktir, tondur, derinliktir, havadır, öyküdür.

Işık, fantastiğe, düşe eklenen, yok eden, sınırlayan, coşturan, zenginleştiren, nüanslandıran, altını çizen, benzeten şeydir, bu şeylere itibar kazandırır, onları kabul edilebilir hale getirir. Ya da tam tersine, gerçeği fantastik hale getirir, en gri günlük olayı mucizeye dönüştürür, şeffaflık katar, gerilimler, titreşimler önerir.

Işık, bir yüzü oyar ya da parlatır, olmayan ifadeyi ekler, donukluğa zekâ pırıltısı, yavanlığa çekicilik katar. Işık, bir yüzün zarafetini ortaya çıkarır, bir manzarayı yüceltir, onu yok olmaktan çekip çıkartır, bir dekorun fonuna büyü katar.

Işık, hileleri vb. gibi özel efektlerin birincisidir. En basit, en kabaca gerçekleştirilmiş dekor, ışık sayesinde beklenmedik, hiç akla gelmedik perspektifler yaratabilir ve konuyu muğlak, endişe verici bir atmosfere sürükleyebilir; ya da yalnızca güçlü bir projektörü yakarak ya da bir başkasını devreye sokarak, kasvetli hava yok edilebilir ve her şey ferah, bildik, güven verici bir hale girer. denen şey ışıkla yazılır; biçim, ışıkla ortaya dökülür.”

Oscar'a saatler kala tahminlerim


83. Oscar Ödül Töreni'ne Kısa Bir Zaman Kalan Süre Zarfında DeğerlendirmelerimiYaptım Hazırladığım Listeler Aşağıda Sıralanmıştır.

http://i.ekolay.net/i/0119/248.jpg

1. EN İYİ FİLM : INCEPTION
...2. EN İYİ ERKEK OYUNCU : COLIN FIRTH
3. EN İYİ KADIN OYUNCU : NATALIE PORTMAN
4. EN İYİ ANİMASYON : HOW TO TRAIN YOUR DRAGON
5. EN İYİ YÖNETMEN : DAVID FINCHER SOCIAL NETWORK
6. EN İYİ KURGU : 127 HOURS
7. EN İYİ YABANCI FİLM : BIUTİFUL
8. EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU : CHRISTIAN BALE : THE FIGHTER
9. EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU : JACKI WEAVER : ANIMAL KINGDOM
10. EN İYİ ORJİNAL FİLM MÜZİĞİ : INCEPTİON HANS ZIMMER
VE THE SOCIAL NETWORK
11. EN İYİ KOSTÜM : ALICE WONDERLAND
12. EN İYİ GÖRSEL EFEKT : INCEPTION

- Takıntı -


Film Türü: Kurmaca, Gizem, Dram / Süresi: 18 dk. 15 sn. / Yapım Yılı: 2010 / Yönetmen: Ekrem Doydu / Senarist: Ekrem Doydu / Görüntü Yönetmeni: Bahadır Karasu / Sanat Yönetmeni: Cihan Turhan / Kamera: Ekrem Doydu, Recep Aykaç, Mehmet Emin Özdinç / Ses: Recep Aykaç / Müzik: Aydilge / Oyuncular: İsmail Törk, Cihan Turhal, Duygu Ekinci, Mert Konmuş, Ahmet Faruk Dursun / Film Hakkında: Gökhan sürekli aynı rüyaları gören işsiz bir gençtir. Gördüğü rüyaları ilk başta sorun etmese de kısa bir süre sonra onda Takıntı haline gelir. En yakın arkadaşı olan Kenan ın ise daha büyük bir sorunu vardır. Gökhan hem çevresi hem de kendi içinde boğulurken yaşanan olaylar ona rüyalarının sır perdesini aralayacaktır.

Kısa filmi ayrıca Short Films kısmındanda izleyebilirsiniz.

http://www.mybilet.com/eventinfo.php?eventid=9103


Sinemada Anlatım Öğeleri...

Birçok kuramcı ve yazar, sinemanın konuşma ve yazı dili gibi başlı başına bir dil olduğunu öne sürmüştür. Sinema dilinin sözcükleri ise görüntüler ve seslerdir.

Sinema yönetmeni, kameranın nesnelliğini ve dolayısıyla gerçekliği istediği gibi değiştirerek sinemayı bir anlatım aracı, olarak kullanabilir. Görüntüye ve kameraya ilişkin, yani sinematografik olan anlatım öğelerinin başında çerçeveleme gelir. Çerçeveleme, her film karesi içine neyin alınıp neyin alınmayacağını belirlemektir. İkinci öğe ise kamera açısı ve çekim ölçeğidir. Yönetmen nesnelerin yerini ve ötekilere göre hangi yakınlıkta ve büyüklükte görüleceğini, kameranın uzaklığını ve açısını ayarlayarak belirleyebilir. Üçüncü öğe olan kamera hareketleri ise yönetmene kamerayı belli yönlerde ve hızlarda hareket ettirerek görüntüyü kesmeden mekân içinde dolaşma ve hareketi izleme olanağı sağlar. Kamerayı hareket ettirmemek de bu bağlamda bir anlam yaratabilir. Yönetmen siyahbeyaz ya da renkli film kullanır ve istediği etkiyi yaratmak için ışık ve renk tonlarıyla oynar. Görüntüye ilişkin bu temel anlatım öğelerine, sinemanın yanılsama yaratma gücünden kaynaklanan film hileleri ile son dönemde gittikçe yaygınlaşan ve elektronikoptik sistem ve düzeneklerle gerçekleştirilen görsel efektleri de eklemek gerekir.



Görüntüye ilişkin olmayan temel anlatım öğesi ise kurgudur. Tek bir çekim, kameranın gördüğü çerçeve içindeki mekânı ve şeyleri yansıtır; bunlan bir anlam, duygu ve izlenim yaratacak biçimde kullanmak kurgu ile gerçekleştirilebilir. Görüntülerin belli sürelerle ve belli bir düzende art arda gelmesiyle sinema dili oluşur. İzleyici genellikle farkına varmasa da, bir konulu filmde ortalama her 10 saniyede bir görüntü kesilip yeni bir görüntüye geçilir ve bir filmde ortalama 600 kesme bulunur. Kurgu aynı zamanda, farklı yerlerdeki olayları aynı anda yansıtma olanağını sağladığı gibi, aynı mekânda birbirinden bağımsız gelişen olayların da birlikte perdeye yansıtılmasına olanak verir. Ayrıca, yönetmenler kurguyla çarpıcı etkiler yaratabilir, dramatik vurgular yapabilir ve yaratıcılıklarını gösterebilirler. Kararma, bindirme gibi değişik geçme biçimleri de yönetmenlerce benzer amaçlarla kullanılabilir.

Sinema, bir dizi mekân görüntüsünün zaman içinde sıralanması olarak da tanımlanabilir. Sinemanın zaman öğesi gerçek zamandan farklıdır. Sinemada her saniyede izleyiciye 24 (ya da 16) sabit fotoğraf gösterilir. Bu sayı, hareketi gerçek yaşamdaki hızıyla perdeye yansıtır. Ama bu sayının azaltılıp çoğaltılmasıyla, yani kameranın hızlandırılıp yavaşlatılmasıyla da hareket yavaşlatılıp hızlandınlabilir. Yönetmen sinemada bu olanaktan yararlanarak da değişik anlamlar yaratabilir. Şiddet sahnelerinde hareketin yavaşlatılıp destansı bir havaya büründürülmesi ya da komedilerde hareketin hızlandırılıp komikleştirilmesi bunun örnekleridir.

Kameranın hızıyla oynanmadığı sürece tek bir çekim, hareketi gerçek zaman içinde saptar. Ama yeni bir görüntüye geçilmesiyle birlikte gerçek zaman parçalanır ve sinemasal zaman ortaya çıkar. Sinemasal zaman aracılığıyla gerçek zaman içinde dolaşmak, büyük atlamalar gerçekleştirmek, 100 dakikalık bir film içinde binlerce , yılda geçen bir öyküyü anlatmak olasıdır. Bunun tersine, 100 dakikalık bir filmde çok daha kısa zaman süresi içinde geçen bir öykü de anlatılabilir. Üstelik aynı olay ve an, çok değişik açılardan tekrarlanarak gösterilebilir.

Her filmin kendi içinde bir temposu ya da ritmi vardır. Bu tempo hareketin hızıyla, kamera hareketleriyle, kesmelerin kısalığı ya da uzunluğuyla, müzik ve ses efektleriyle ve öykünün içeriğiyle sağlanır.

Emre GEÇER, 22 Haziran 2010, Antalya
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiS61KSUu536GyhfvCNmGVf6UMB7gJ7QPlhu5485F2dn3hzyQ6KXtF08XsiTgB9pAnlvG584nhuRTV6eECMAK-jxZTfqtJW3xyfDNQXzuo5Bn-17sfa78T5JoLhqjTyOMrXuz2UjqtGmD8/s1600/session+9+title.jpg
-Where do you live simon ?
-I live in weak and wound doc.


Session 9 (bir bilim kurgu denemesini saymazsak) daha önce sadece romantik komediler yazıp yönetmiş olan brad anderson'un ilk korku filmi çalışması. 2001 yıında gösterime girmiş ve gişede iki seksen yatmış olan bu filmin senaryosu da yine bu yeni yetme yönetmene ait. kadrosunda usta aktör david caruso dışında çok populer isimleri barındırmasa da oyunculuğun vasatın çok çok üzerinde olduğunu söyleyebilirim caruso'nun klasik stili dışında peter mullan'ın; *ama özellikle american psycho ve son olarak a beatiful mind filminde gördüğümüz josh lucas'ın performansları gerçekten harika.

filmin konusuna gelmeden önce türü ile ilgili de birşeyler söylemek isterim. aslında bildiğimiz lanetli ev motifinin the shining deki kadar olmasa da benzerlerinin çok çok üzeri bir seviyede zenginleştirilmiş hali denebilir. gotik mimarinin bu tip filmler üzerinde her zaman olumlu bir yeri vardır; ama bu filmdeki mekan (1800lü yıllardan kalma bir akıl hastanesi) küçük bir çocuğun bir high8 kamera ile kaydedeceği herhangi bir çekimi usta işi bir korku filmi yapmaya yetecek ölçüde tüyler ürpertici bir yer. mekanın geniş açı objektiflerle ve düzgün ses efektleriyle çekilmiş bu halini gördükten sonra yanına bile yaklaşmayı istemeyeceğimden emin olabilirsiniz.

filmi günümüz korku filmlerinden ayıran bir diğer özelliği de hedef aldığı kitle olsa gerek. mtv stili teen slasherlardan kendimizi kurtaramadığımız bir dönemde yetişkinler için tasarlanmış bir filmin çekilmesi ve hâlâ klasik korku motiflerinden etkilenen insanların varlığının hatırlanması sevindirici bir gelişme. her ne kadar gişede hüsrana uğrasa da bu film için son yıllarda the others dahil olmak üzere izlediğim en başarılı lanetli ev çalışması diyebilirim.

konusu 1800lü yıllardan kalma 1980li yıllarda terk edilmiş eski bir akıl hastanesinin onarımını üstlenen beş karakterin üzerinde yoğunlaşıyor. asbest temizleme işinden sorumlu bu beş kişi bir hafta içinde devasa büyüklükteki bu binayı temizlemeye soyunuyor; ama tahmin edebileceğiniz gibi bir takım normal dışı gelişmeler yaşanıyor haliyle cinayet motifi işin içine giriyor.

filmin her zamanki katil kim oyununu oynamanıza izin vermeyen anlatımı sayesinde suçlu bu beş kişiden biri mi, geri dönen bir hasta mı, yoksa binada hapsolmuş bir hayalet mi sorusuna bir yanıt arama girişiminiz olmuyor. tek derdiniz karakterlerin korkularını hissetmek. gündüz ve aydınlık mekanlarda geçen bir film olmasına karşın bu dev binanın bazı yerleri karanlık ve akluofobisi * olan bir karakterin bu yerlerde dolaşması ortada bir şey yokken dahi gerilmeniz için yeterli.

ses görüntü ve haliyle atmosfer olarak oldukça başarılı olan bu filmin tek kötü yanı karakterlerin oldukça derinliksiz olması. kendi aralarında bir takım konuşmalar geçiyor, herbirini diğerlerinden ayıran bir takım yönlerinin olduğunu sezinliyorsunuz; ama senaryo daha ileri gitmenize yetmiyor. bu sanki daha önce yüz bölümünü kaçırdığınız bir dizinin yüzbirinci bölümünü izlemeye benziyor. karakterleri tanımayışınız da onlara sempati duymamanıza, haliyle kendinizi onların yerine koyamamanıza neden oluyor.
sonuç olarak bu son derece ağır ve kimilerimize göre çok sıkıcı olabilecek film, havasına girildiğinde uzun süre akıldan çıkmayacak nitelikte; ama karakter ve işleniş bazında ele alındığında yazık ki vasat sayılabilecek düzeyde.






Kuleshov Efekti

Rus yönetmen Lev Kuleshov izleyicinin filme tamamiyle dahil olduğunu işte bu deneyle kanıtlamıştır. Duygusuz bir insansanız ve filme dahil olamıyorsanız sizin için geçerli olamaz. Video'da görülen 3 farklı karede oyuncu masada bir yemek, tabutta bir kadın, kanepede çekici bir kadın görmesine rağmen mimikleri aynıdır, adam tek bir sahnede söz konusu objeleri ve kişileri görmeden çekilmiştir. Ve bu çekimin arkasına yukada bahsettiğim objeler ve şahıslar yerleştirilmiştir,karakterin mimiği izleyiciye göre yemek yerken aç hissi, tabuttaki kadını görürken üzgün, kanepedeki kadını görürken ise şehvet doludur. Ancak o hisler karakterin değil izleyen kişinin olduğu için öyle görmesine sebebiyet vermektedir.



http://img251.imageshack.us/img251/8995/alfredhitchcock.jpg


Hitchcock serisine ben de orijinali 1966’da toplanmış, Truffaut-Hitchcock söyleşi serisinden bazı notlarla “insert” gireyim. Bilindiği gibi bu “efsanevi kitap”, Hitchcock Bey’i en iyi açıklayan kitaplardan (üstelik birinci elden). 1987’de AFA yayınları tarafından ülkemizde basılmış kitabın bulunmasının zorluğu da hesaba katıldığında, kitabı okuyamayanlar ve SanatLog’daki film analizlerini takip edenler için faydalı olabilir. En azından özgün bir yazı yazmaya vakit ayıramadığım bu aralar, pası Alfred abinin kendisine atmakta bir sakınca görmüyorum. Erkan Erdem

57
Günümüzde yapılan filmlerin çoğunda, çok az sinema var. Bunlara «konuşan insanların fotoğrafları» diyebilirim. Sinemada bir öyküyü anlatırken ancak başvurulacak başka bir yol kalmadığında diyalog kullanılmalıdır. Ben daima bir öyküyü öncelikle sinemaya özgü bir yöntemle anlatmaya çalışıyorum.
Sesli filmlerin ortaya çıkmasıyla ne yazık ki, bir anda tiyatroya benzer bir biçim ağırlığını koydu. Kameranın hareket edebilir olması, bu olguyu değiştirmez. Hatta kamera, raylar üzerinde ilerleyebilse de yapılan şey, sinema değil, hâlâ tiyatrodur. Bunun bir sonucu, sinemaya özgü stilin kaybıdır, diğeri ise fantezinin kaybı.
Çekim senaryosunu yazarken diyalogları görsel birimlerden açıkça ayırmak önemlidir. Ayrıca mümkün olan her yerde, diyalogdan çok görsel olgulara dayanmak gerekir. Olayı sahnelemek için hangi yöntemi seçerseniz seçin; asıl ilginiz, izleyicinin tüm dikkatini tutmak olmalıdır.
Özetlersek, perdenin her yanının duygu ve heyecan yüklü olması gerekir.
66
T: «Gerilim» sözcüğü çeşitli biçimlerde tanımlanabilir. Sizinle yapılan görüşmelerde sık sık, «gerilim» ile «şaşırtmaca» arasındaki farka işaret ediyorsunuz. Ama birçok kişi, gerilimin korkuyla ilişkili olduğunu savunuyor.
H: Böyle bir ilişki yok. Kolay Meziyet’teki santralci kıza dönelim. O kişi, genç bir adamla bir kadının evlilik konusunu tartıştıkları, perdede gösterilmeyen bir konuşmaya kulak misafiri oluyor. Santralci kız gerilim içindedir, adeta gerilimin esiridir. Telefon hattının öteki ucundaki kadın, telefon ettiği adamla evlenecek mi? Kadın, sonunda evlenmeyi kabul edince kız oldukça rahatlar, gerilimi yok olmuştur. İşte, korkuyla ilişkisi olmayan gerilim unsuruna bir örnek.
T: Santralci kız, kadının evlenmeyi reddedeceğinden korkuyordu ama bu tür bir korkuda herhangi bir acı veya keder sözkonusu değil. Ben, gerilimi, olacağı umulan bir şeyin verdiği bir endişe olarak görüyorum.

H: Gerilim yaratmanın her zaman kullanılan biçiminde, izleyicinin olan bitenin son derece mükemmel biçimde farkında olması gereklidir. Aksi takdirde, gerilim oluşmaz.
T: Şüphesiz, ama gerilim unsurunu, gizlenen bir tehlikeyle bağlantılı olarak vermek mümkün değil midir?
H: Benim düşünceme göre, esrarengiz şeyler, pek gerilim yaratmazlar. Örneğin, «kim yaptı» (Whodunit) adı verilen filmlerde, gerilim unsuru değil, entelektüel bir bilmece vardır. Bunlar, duygusallıktan uzak bir tür merak öğesi içerirler. Hâlbuki duygular, gerilimin temel dayanağıdırlar.
78
Kariyerinize ne olursa olsun, yeteneğiniz hiçbir zaman kaybolmaz.
94
Görüyorsunuz, bir film yaratmakla belgesel yapmak arasında oldukça fark vardır. Belgeseldeki temel malzeme, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Oysa bir filmde, yönetmen Tanrı’dır. Yaşamı yaratmalıdır. Bu yaratma sürecinde duygular, ifade biçimleri ve bakış açıları vardır. İstediğimizi yapmakta tam özgür olmalıyız ki, sıkıcı olmasın. Bana, akla yakınlıktan söz eden eleştirmen sıkıcı adamın biridir.
96
«Yaşamdan bir dilim» filmi yapmak istemiyorum. Çünkü insanlar bunu evde, caddede, hatta sinema binasının önünde bulabilirler. Yaşamdan bir dilim görmek için para ödemeleri gerekmez. Ayrıca, aşırı fantezilerden de kaçınırım. İnsanların karakterlerle özdeşleşebilmesi gereklidir. Bir film yapmak, her şeyden önce bir öykü anlatmak anlamına gelir. Öykü, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey olabilir, ama asla ilkel olmamalıdır. Dramatik ve insancıl olmalıdır. Zaten drama da sıkıcı kısımları atılmış yaşamdan başka nedir ki! Bundan sonraki etmen, film yapımı tekniğidir ve bu bağlamda ben teknikte salt mükemmelliğe karşıyım. Teknik, eylemi zenginleştirmelidir. Hiç kimse, sırf kameraman hoşlanıyor diye kamerayı belli bir açıya yerleştirmez. Burada önemli olan, belli bir açıya yerleştirilmiş kameranın o sahneyi en iyi biçimde vurgulayıp vurgulamadığıdır. Görüntülerin ve hareketin, ritmin ve efektlerin güzelliği, her şey esas amaca tabi olmalıdır.
99
Bazı durumlarda mutlu son gerekmez. İzleyiciyi sımsıkı kavramayı başarırsanız, sizin yürüttüğünüz mantığın peşinden gelecektir. Filmin bütününde yeterince eğlenceli olabilmişseniz insanlar “mutsuz son”u kabul edeceklerdir.
138
Tecrübelerimden öğrendim ki, kahraman tipi bir star tarafından çizilmediği zaman tüm film bundan olumsuz yönde etkileniyor. Biliyorsunuz izleyiciler, tanımadıkları birisi tarafından oynanan karakterin içine düştüğü zorluklarla daha az ilgileniyorlar.
151
T: Bu arada, söz nesnelerden açılmışken, sizin kendi filmlerinizde boy gösterme geleneğinizi bu kez eski bir gazete aracılığıyla gerçekleştirdiğinizi fark ettim.
H: En sevdiğim rolümdür. Bunu düşünürken çok kötü anlar yaşadığımı itiraf etmeliyim.
Genellikle olay yerinden geçen birini oynarım ama okyanusun ortasında oradan geçen birisi olamaz. Kayığın yanından geçen bir cesedi düşündüm ama batacağımdan korktum. Dokuz kazazededen birini de oynayamazdım, çünkü her biri yetkin bir oyuncu tarafından canlandırılmalıydı. Sonunda aklıma iyi bir fikir geldi. Bir zamanlar son derece zorlu bir diyete girerek, acılar içinde 300 pound’dan 200 pound’a düşmüştüm (150 kilodan 100 kiloya).
Sonunda kilo kaybımı ölümsüzleştirmeye ve küçük rolümü «önce» ve «sonra» resimleriyle gerçekleştirmeye karar verdim. Bu fotoğraflar, Reduco adlı hayali bir ilacın gazete reklamında kullanılmış olacaktı. İzleyiciler de, William Bendix, kayığa koymuş olduğumuz gazeteyi açtığında o fotoğrafları —dolayısıyla beni— görmüş olacaklardı. Bu rol büyük bir olay oldu. Reduco’yu nerede ve nasıl bulabileceklerini bilmek isteyen şişman kişilerden gelen mektuplar arasında adeta boğulmuştum.
188
Filmin en büyük zayıflığı, yazılı olmayan bir kuralı yıkmasından geliyor: Kötü adam ne kadar başarılıysa film de o kadar başarılıdır.

199
Bazen bir anne de bebeğine duyduğu sevgiyi «böö, bırr…» gibi sesler ve el kol hareketleriyle korkutma oyunu oynayarak gösterebilir. Bebek belki korkabilir, ama aynı zamanda gülüp elini kolunu oynatır. Konuşmaya başlar başlamaz da daha fazlasını isteyecektir.

199 (Dipnot)
1947 yılında
Hollywood’daki bir basın toplantısı sırasında Hitchcock şunları söylemişti: «Benim amacım, halkı sağlığa yararlı şoklara uğratmaktır. Uygarlık günümüzde o denli koruyucu bir hal almıştır ki, artık korkularımızdan içgüdüsel olarak kurtulma olanağımız kalmamıştır. Uyuşukluğumuzu gidermek ve ahlaksal dengemizi canlandırmak için tek yol, şok yaratacak yapay araçlara başvurmaktır. Buna ulaşmak, bana öyle geliyor ki, ancak sinema yoluyla olabilir.»

205
T: Evet, benim de söylemeye çalıştığım şey, tüm dikkatler perdedeki ana karakterler üzerinde yoğunlaştığı için bu tür özenli ayrıntıların genellikle halk tarafından fark edilememesi. Siz bütün bu ayrıntıları, kendi kişisel tatmininiz için ve tabii filmi zenginleştirmek adına koyuyorsunuz.

H: Böyle şeyleri yapmamız gerek, filmin tüm örgüsünü bir kanaviçe gibi doldurmalıyız. İnsanlar bu nedenle, tüm ayrıntıları fark edebilmek için filmi tekrar tekrar izleme ihtiyacı hissederler. Bazıları boşa harcanan çaba gibi görünse de aslında filmi sağlamlaştırırlar. İşte bu nedenle bu filmler yıllar sonra yeniden gösterime giriyor, zamana karşı ayakta kalıyor ve modası geçmiyor.
224
H: Perdede cinselliğin de, bir
gerilim unsuru olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer cinsellik, aşırı biçimde göze çarpıyorsa ve çok belirginse gerilim olamaz. Filmlerimde hep görmüş geçirmiş sarışınları seçmemin nedenini biliyor musunuz? Biz, ancak yatak odasına girdikten sonra fahişeleşmeye başlayan, gerçek hanımefendilerin peşindeyizdir. Zavallı Marilyn Monroe, cinsellik sanki yüzünün her yanında yazılıydı. Brigitte Bardot da pek usta ve kurnaz bir kişi değildi.

T: Başka bir deyimle, sizi içteki ateşle dıştaki soğuk görünüm arasındaki paradoks ilgilendiriyor.
H: Kesinlikle. Cinsel yönden en ilginç kadınların İngiliz kadınları olduğuna inanıyorum. İngiliz kadınlarının, İsveçlilerin, Kuzey Almanların ve İskandinavların, cinsel yönlerden Latin kadınlarından, yani İtalyanlardan ve Fransızlardan daha heyecan verici olduğunu hep hissetmişimdir. Cinsellik ilan edilmemelidir. Okul öğretmenine benzeyen bir İngiliz kızı, sizinle hemen bir taksiye binmeye razı olacak ve hatta coşkun bakışlarınız altında pantolonunuzun fermuarını bile kendisi açacaktır.

255
T: Uçak sahnesi çekiminin en belirgin yanı, tümüyle gereksiz ve nedensiz olması. Tüm akla yakınlığı yok eden, hatta önemini bile kaybettiren bir sahne bu. Böyle bir yöntemle yaklaşıldığında
sinema, tıpkı müzik gibi son derece soyut bir sanat oluyor.

265
Aynı konunun bir başka yönü de, boşluğun ziyan edilmemesi gereğidir. Çünkü bu boşluk, dramatik efekt yapmak için kullanılabilir. Örneğin, Kuşlar’da (The Birds) kuşlar barikatlarla korunmuş eve saldırdığında, divanda oturan Melanie çığlık atarken kamerayı geriye çektim. Buradaki amacım, onun korkudan büzülmesine neden olan şeyin hiçliğini göstermek üzere boşluğu kullanmaktı. Yeniden ona döndüğümde, kamerayı bu sefer de yükseğe yerleştirerek, onda gittikçe artan korku izlenimini güçlendirdim. Ondan sonra Melanie’nin çevresinde ve tepesinden dolanan başka bir kamera hareketi vardı. Ama başlangıçtaki boşluk, sahnenin asıl önemli unsuruydu. Eğer hemen başlangıçta kamerayı kızın yüzüne tutmuş olsaydım, onun görebildiği, ama izleyicinin göremediği bir şeyden korkup geri çekildiği duygusunu almış olacaktık. Ben tam tersini oluşturarak perdenin dışında bir şey olmadığını vurgulamak istedim. Bu yüzden tüm boşluğun belirli bir anlamı vardı.

Bazı yönetmenler, aktörleri dekorun önüne yerleştiriyor ve ardından da aktörlerin oturmasına, ayakta durmasına ya da yatmasına bağlı olarak kamerayı belli bir uzaklığa yerleştiriyorlar. Bence böyle bir şey çapsız düşüncenin örneğidir. Tam ve titiz olmadığı gibi, kesinlikle hiçbir anlamı da yoktur.
323
Çünkü
sinema, dünya üzerinde en çok bilinen ve en kuvvetli kitle iletişim aracıdır. Eğer bir filmi doğru olarak düzenlemişseniz, duygusal açıdan bir Japon izleyici, Hintli izleyici gibi aynı anda çığlık atabilmelidir. Bu, bir sinemacı için daima büyük bir meydan okumadır.

Bir roman, başka bir dile çevrilirken ilginçliğinden çok şey yitirebilir. Aynı biçimde gala gecesinde çok güzel sergilenen bir oyun, daha sonra aynı başarıyı göstermeyebilir. Ama bir film, dünyanın her yanında yolculuk yapar. Altyazı konulduğunda etkisinden yüzde 15, iyi bir seslendirme yapıldığında da yüzde 10 yitirdiğini farz edersek, projeksiyon koşulları hatalı bile olsa, görüntü tümüyle kalacaktır. Gösterilenler —bunları hiçbir şey değiştirip başka biçime sokamaz— sizin çalışmanızdır ve kendinizi her yerde aynı terimlerle ifade edersiniz. Etiketler: alfred hitchcock, öykü anlatımı, cameo, dekor, erkan erdem, film çekim süreci, film konsepti, film sanatı, filmler, françois truffaut, gerilim, hitchcock, hollywood, oyuncular, sahneleme, Sanat, SanatLog, Söyleşiler, Sinema, sinema anlayışı, sinema sanatı, soğuk sarışın, The Birds, usta yönetmenler, Whodunit, William BendixFederico Fellini’den Sözler 28 Kasım 2008 Yazan: admin
Kategori:
Logos, Sanat, Sinema4 yorum
“Ben gerçeği herkesin kendisinin bulması gerektiğine inanırım. Bana kalırsa, sosyal bir öbek için bir çağrı hazırlamak, ya da herkes için çağrı olacak bir film çevirmek boşunadır. Bir topluluğa hitap edilebileceğine inanmıyorum. Çünkü topluluk dediğimiz nedir ki? Her birinin kendi gerçeği olan belli sayıda bireylerin toplamı. Filmlerimin bir sonu olmayışının nedeni de budur. Filmlerimin hiçbir zaman basit bir çözümü yoktur. Bana kalırsa, bir sonuca ulaşan herhangi bir öykü anlatmak, sözün tam anlamıyla ahlâk dışıdır. Perdede bir sonuç sunduğunuz anda seyircinin işine karışıyorsunuz demektir.”
“Sanatta tanımlamalar anlamsızdır. Etiketler bavullara konur… Sanatta bütün yolların geçerli olduğu kanısındayım.”
(Andrei Tarkovski hakkında) “Büyük sanatçı, büyük ruh, büyük usta.”

Buster Keaton, Charlie Chaplin’den daha çok hoşuma gider. Kedi parlaklığındaki gözleri, kemirgenleri andıran keskin dişleri ile Chaplin bende bir tür kuşku, güvensizlik yaratıyor. Chaplin’in belki de en büyük olduğunu kabul ediyorum. Ancak Keaton’ın duygu sömürüsüne ihtiyacı yoktu. Giriştiği mücadeleleri ve başına gelen yıkımları, haksızlıkları ya da adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için yaşamamıştır. Ve bu mücadeleler, bizi heyecanlandırmayı ya da bize tepeden bakmayı amaçlamaz. İnatçı çabasının özü, bize bir bakış açısı, tümüyle değişik bir perspektif önerisinden ibarettir. Âdeta bir felsefedir bu, değişmez kavramlardan oluşan bir sistemin içinde donup kalmış bütün varsayımları ve fikirleri altüst eden ve bunları geçici ve yararsız kılan değişik bir din. Budizm’den direkt gelen gülünç bir varlık.”

(Otto e mezzo hakkında) “Aslında, bu filme bir isim vermeyi bile becerememişim. Notlarımın olduğu deftere, o güne kadar çekmiş olduğum bütün filmlere gönderme yapmak amacıyla 8 1/2 şeklinde bir not düşmüştüm, geçici olarak. O, filmin adı oldu.”
“Bir sanat eseri, yalnız ve tek bir ifadeden, kendi öz ifadesinden doğar. Genellikle tercihim, sinema için yazılmış özgün konulara yöneliyor. Öyle sanıyorum ki sinemanın edebiyata ihtiyacı yok. Yalnızca sinema yazarlarının, yani merakını ritimle, sinemaya özgü ahenkle anlatan kişilere ihtiyacı var. Sinema, en iyi varsayımla bile her seferinde hayali kopya resimler gibi üst üste çakışmalara ihtiyacı olmayan özerk bir sanat dalıdır. Her sanat eseri, algıladığı ve ifadesini onda bulduğu boyutta yaşar. Bir kitaba ne basılır? Durumlar… Ancak, bu durumlar kendileri olmadan, hiçbir anlam taşımazlar. Önemli olan, bu durumların ifade edildiği duygulardır, yani hayal gücüdür, ortamdır. Işıktır ve sonuç olarak bunların yorumudur. Oysa bu olguların kâğıt üzerindeki yorumunun, sinematografik yorumu ile hiçbir ilgisi yoktur.”


“Bir sanatçı her zaman kendinden söz edermiş gibi geliyor bana. Bir filme giren günlük şeyler bile sanatçının acı ve kaygılarının tanıklarıdır.”
“Gerçeği abartmaktan, süslemekten, güzelleştirmekten hoşlandığımı bütün dostlarım bilir. Bazı insanlar bu yüzden yalancı olduğumu söylüyorlar. Benim gibi düşlerin ve görüntülerin dünyasında yaşayan birisi için gerçeğe sadık kalmak ancak doğaüstü, aşırı bir zorlama olabilir.”
“Kitaplar okumaya, tablolar görmeye hiç gerek yok. Yaşam bugüne dek, bu yapıtlarla şartlanmıştır; çağın özü onlardır. Öyleyse yaşamak yeterlidir.”
“Asıl katıksız anlamda Yeni-Gerçekçiliğin benim için almamı: insanın kendini ve başkalarını araştırması, bütün yönlere, hayatın bulunduğu her yöne doğru bir araştırma…”
“Franz Kafka… Düşsel bir peygamber…”

“Tek gerçeklik düşlerdir.”

“Düşlerimiz bizim gerçek yaşamlarımızdır.”
(Alfred Hitchcock’un The Birds – Kuşlar filmi hakkında) “Kıyamet şiiri…”
“Yeni-Gerçekçiliğin ‘film yapmak yaşama karşı bir alçakgönüllülük eylemidir.’ öğretisini kabul etmiyorum… Çünkü bu yaşama karşı alçakgönüllülük işini, kamerayla olan işinize dek uzatacak olursanız, artık sinema yönetmenine gerek kalmayacaktır.”
“Duyduğum tek sorumluluk duygusu, cehalet ve aptallık tarafından üretilen vasatlıktan kaçınmaktır.”
“Seyirci (…) istekleriyle şartlanmak olanaksızdır. Buna önem verecek olursanız, kendinizi aşağılayıcı ve küçültücü bir duruma sokarsınız…”
“Bir insanın gerek kendisi ve gerek başkalarıyla ilişkileri, gerekse de hayatın gizemleri konusundaki bütün araştırmaları tinsel ve gerçek anlamda dinsel bir araştırmadır.”
“Son yok. Başlangıç yok. Sadece hayatın sonsuz tutkusu var.”
“Benim bir tek hayatım var, onu da sana anlattım. Bu benim vasiyetim, çünkü anlatacak başka bir şeyim yok.”
(Akira Kurosawa hakkında) “Büyük bir gösteri adamı.”

“Ben yarım Romalıyım. Annemin ailesi Romalı. Hem de çok uzun yıllardan beri. Soykütüğü araştırmalarıyla uğraşmaktan haz duyan bir yeğenim var, annemin kızlık soyadı Barbiani’ye kayıtlarda ilk olarak 1400′lü yıllarda rastlamış. Papa 5. Martin’in maiyetinde bir Barbiani’nin çalıştığını bile saptamış hatta. Bunaryosuz senaryoları filme çekmeye zorlayan kişi çok uzaklardaki bu atadır… Roma’da yaşamaya 1938′de başladım. Burada kendimi çok daha rahat hissettim. Ama peki benim Romalı yanım var mı? Genel düşüncelere göre Romalı, dışa dönük, nefsine düşkün, eli açık, epey sosyal, insanlarla birlikte olmaktan zevk alan, iyi masalardan keyif alan, siyasete tutkunluk derecesinde bağımlı, kendisini dinsiz diye tanıtan, ama karısıyla kızlarını ‘Bir ailede tanrı ile arasının iyi olması gereken kişiler de olmalıdır…’ düşüncesiyle kiliseye yollayan biri… Ancak bu pek sempatik kusurları ve insani nitelikleri kişiliğimde tam anlamıyla yansıttığımı hiç sanmıyorum. Özellikle siyasal tutkuya gelince, bu konuda Romalı değil, tam bir Eskimo’yum.”
“Sinema sirke çok benzer; eğer sinema olmasaydı, pekâlâ bir sirk yöneticisi olabilirdim. Sirk de sinema gibi katıksız bir teknik ve doğaçlama karışımıdır.”
“Şanslı olanlar mantığa pek fazla bel bağlamazlar. Onlar sezgilerine güvenmekten, sezgileri tarafından yönlendirilmekten kor
kişi uyuşturucu müptelâsıymış ve bir zehirlenme olayıyla ilgili olarak engizisyonda yargılanıp hapse atılmış; otuz yılını fareler ve örümceklerle iç içe geçirmiş. Kim bilir, beni belki de bu tür sekmazlar.”
“İtalya gibi bir ülkede hayatımda tek bir futbol maçı bile izlemediğimi bir şekilde öğrenmeleri ya da herhangi bir seçimde bilinçli verilmiş herhangi bir oya sahip olmayışımı ifşa etmem, linç edilmem için yeterli sebeptir sanıyorum. Neyse ki, İtalyanım ve Orta İtalya’da yaşıyorum… Vatandaşlarım beni linç etmek için gerekli enerjiyi toplayıncaya kadar, kaçmak için gerekli enerjiyi toplamış olurum sanırım.”
“Her filmimin başında, vaktimin en büyük bölümünü çalışma masamda geçirir, habire kıç ve meme resimleri çiziktiririm. Bu, benim filmime başlama, bu karalamalar arasında onu çözme biçimimdir. Tıpkı bir labirentten çıkışı sağlayan ipuçları gibi…”


“Film (…) kendi kendimi araştırmamı sağlar. Aslında hiçbir zaman çözümü bulmayı istemem. Ne yapayım çözümü? Yaşam belirtisi bu değil mi; aramak, durmaksızın aramak…”
“Eğer Brigitte Bardot varolmasaydı onu yaratmak zorunda kalacaktık.”
“Işık, filmin özüdür. Ve bu nedenle sinemada ışık ideolojidir, duygudur, renktir, tondur, derinliktir, havadır, öyküdür.
Işık, fantastiğe, düşe eklenen, yok eden, sınırlayan, coşturan, zenginleştiren, nüanslandıran, altını çizen, benzeten şeydir, bu şeylere itibar kazandırır, onları kabul edilebilir hale getirir. Ya da tam tersine, gerçeği fantastik hale getirir, en gri günlük olayı mucizeye dönüştürür, şeffaflık katar, gerilimler, titreşimler önerir.
Işık, bir yüzü oyar ya da parlatır, olmayan ifadeyi ekler, donukluğa zekâ pırıltısı, yavanlığa çekicilik katar. Işık, bir yüzün zarafetini ortaya çıkarır, bir manzarayı yüceltir, onu yok olmaktan çekip çıkartır, bir dekorun fonuna büyü katar.
Işık, film hileleri vb. gibi özel efektlerin birincisidir. En basit, en kabaca gerçekleştirilmiş dekor, ışık sayesinde beklenmedik, hiç akla gelmedik perspektifler yaratabilir ve konuyu muğlak, endişe verici bir atmosfere sürükleyebilir; ya da yalnızca güçlü bir projektörü yakarak ya da bir başkasını devreye sokarak, kasvetli hava yok edilebilir ve her şey ferah, bildik, güven verici bir hale girer. Film denen şey ışıkla yazılır; biçim, ışıkla ortaya dökülür.”


Federico Fellini’nin Sevdiği Filmlerden Bazıları:

1925 Maciste all’ inferno (Guido Brignone)

1928 The Circus – Sirk (Charlie Chaplin)

1931 City Lights – Şehir Işıkları (Charlie Chaplin)

1931 Frankenstein (James Whale)

1933 The Devil’s Brother (Hal Roach & Charles Rogers)

1939 At The Circus – Üç Ahbap Çavuşlar Sirkte (Edward Buzzell)

1939 Stagecoach – Cehennem Yolcuları / Posta Arabası (John Ford)

1946 Paisa – Hemşeri / Köylü (Roberto Rosselini)

1947 Monsieur Verdoux (Charlie Chaplin)

1950 Rashômon (Akira Kurosawa)

1957 Smultronstället – Yaban Çilekleri (Ingmar Bergman)

1962 Totò e peppino divisi a berlino (Giorgio Bianchi)

1963 The Birds – Kuşlar (Alfred Hitchcock)

1968 2001: A Space Odyssey – 2001: Uzay Macerası (Stanley Kubrick)

1972 Le Charme Discret de la Bourgeoisie – Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği (Luis Bunuel)

(Yararlanılan kaynaklar: Göstermenin Sorumluluğu, sabah.com.tr, Ekşi Sözlük, IMDb, Sinema Dümyası)

Senaryo Yazmayı Başarabilmek...



**MELEK**


Senaryo yazmak kolay bir iş değildir, ama bu işi yeterince isteyen herkes yapabilir. Çünkü her insanda bu zor işin üstesinden gelmesine yetecek güç vardır. Gizlidir sadece, henüz keşfedilmemiş olabilir, ama açığa çıkartılabilir.

Başarmayı istemek ve yazabileceğine inanmak yeter...

Senaryo yazımıyla (aslında her türden sanatsal faaliyetle) yeni uğraşmaya başlayan herkesin en önemli gereksinimi gücünü keşfetmektir. Yazabileceğinize inanmanız buna bağlıdır. Gücünüzün yeterli olduğunu bilirseniz kendinize inancınız artar, başaramayacağınıza ilişkin endişeleriniz zayıflar.

Gücünüz yeterli bile değil, çok daha geniş, sınırsız diyebileceğimiz kadar geniş, çünkü çok önemli silahlara sahipsiniz.

Bunlardan ilki ilham; yani (geçen sayı yaptığımız tarife göre) var olan her şeyle ve herkesle aranızdaki bağlantıdan akıp gelen bilgi... İlham öyle bir yaratıcılık pınarıdır ki asla suyu kesilmez, giderek artar, siz aldıkça daha da fazlasını verir, onun bilincine vardıktan sonra herhangi bir konuda kaygılanmaya gerek kalmaz.

İkinci en büyük silahınız ise sizsiniz.

Benzersizliğiniz.

Her insan diğerlerinden farklı genlere, bilinçaltına ve yetiştirilme sürecine sahip. Bu açıdan her insan benzersiz. Bu farklılık çok değerli. Özellikle sanatsal faaliyetle uğraşanlar için. Çünkü sanat üretimi sahip olduğunuz bu zenginlikle yapılıyor, bunlara bağlı, bunlardan güç alıyor.



Bilinçaltınızda, belki çoğunu anımsayamadığınız binlerce an, yüzlerce etki yatıyor. Örneğin 2,5 yaşındayken gördüğünüz bir yüz, atlattığınız bir tehlike, yaşadığınız bir sevinç anı... Bilincinizde milyarlarca an, belleğinizde duyduğunuz milyonlarca söz, izlediğiniz filmler, okuduğunuz kitaplar var. Bunlar inanılmaz bir zenginlik oluşturuyor.

Hazine dolu bir sandığın üzerinde oturuyorsunuz, ve hala yoksul olduğunuzu sanıyorsunuz. Oysa tek yapmanız gereken, üzerinden kalkıp o sandığın kapağını açmak...

Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağız.

Bir alıştırma
Gücünüzü görebilmeniz için bir alıştırma önereceğim size.

Önce, eğer varsa, önceden ilhamını aldığınız öykü parçacıklarını, film hikayesi fikirlerini şimdilik bir kenara bırakın. Çünkü bu alıştırmanın amacı, daha önce üzerinde hiç çalışmadığınız, sizin için tamamen yeni olan bir konuda bile aslında ne kadar çok şey bildiğinizi, inanılmaz yüksek sayıda fikre sahip olduğunuzu ve onlarca yeni fikrin ilhamını alabileceğinizi görmeniz.

Bu alıştırmanın çıkış noktası "melek" kavramı olacak; çeşitli zorlukları yüzünden bu temayı seçtim. Ya siz de çoğu insan gibi onların var olduğuna inanmıyorsunuzdur, ya da inansanız bile meleklerle kişisel ilişki kurma imkanı bulamamışsınızdır. Yani melekleri tanımıyorsunuz. O yüzden onlarla empati kurmanız kolay olmayacak.

Öte yandan onlar hakkında dinsel kökenli çeşitli bilgilerimiz var, örneğin günahsız olduklarını biliyoruz. İnsanlara yardım ettiklerini de. Ayrıca özellikle Hıristiyanlıkta "koruyucu melek" kavramı var; insanların daima yanlarında bulunan, onları koruyup gözeten varlıklar.

Ve bir de melekleri konu alan veya ana karakterleri arasında meleklerin de bulunduğu filmler biliyoruz. Wenders başyapıtı "Himmer Über Berlin / Berlin Üzerinde Gökyüzü" ve onun Holivud versiyonu "City of Angels / Melekler Şehri" Hıristiyanlık mitolojisine yaslanıyor, meleğin insanlaşması temasını işliyordu: Bir genç kıza aşık olan melek, onunla birlikte olabilmek için insan olmayı kabullenir, sonsuz yaşamdan vazgeçip dünyaya "düşer"...

"It's A Wonderful Life / Şahane Hayat"ın ana karakteri intihar etmeye kalkıştığında koruyucu meleği karşısına çıkıp ona, hiç doğmamış olsaydı yaşamın nasıl şekilleneceğini gösterir, yaşamının değerini anlamasını sağlar...

1943 tarihli "A Guy Named Joe" filminden Steven Spielberg'in uyarladığı "Always / Daima"da ise yangın pilotu olan ana karakterimiz öldükten sonra, genç bir meslektaşına koruyuculuk yapmakla görevlendirilir.

Bu üç filmin de örneklediği gibi, melek temalı bir film hikayesi çalışırken dört bakış açısı mümkün olabiliyor: Ana karakteri melek yapıp, hikayeyi onun açısından anlatmak, ana karakteri insan olarak belirlemek, insanı meleğe, veya meleği insana dönüştürmek... Örneklediğimiz filmler arasında ana karakteri melek olan ve öykü boyunca melek olarak kalan bir film yok, ama kuşkusuz bu da yapılabilir.

Asıl mevzu
Hikaye kurma çalışması yazarın kişisel tercihleri sonucu yapacağı seçimlerle ilerler: Siz de alıştırmanın bu aşamasında bu dört bakış açısından birini seçeceksiniz. Bu rast gele bir seçim olmamalı, yapacağınız seçimi belirleyecek şey filmde neyi anlatmak istediğiniz.

Her film bir şeyi anlatır. Filmlerde birden fazla konu olabilir kuşkusuz, bunlardan biri asıl mevzuudur, diğerleri yan unsurlar. Yazacağınız senaryoda asıl işlemek istediğiniz konuyu/temayı bir cümleyle özetlemenizi öneririm, senaryoda hangi öğelerin yer alıp almayacağını, aklınıza gelen bir fikrin bu filme uygun olup olmadığını bu cümleye bakarak belirleyeceksiniz.

Bu aşamada bu filmde aslında neyi anlatmak istediğinizi bilememeniz normal. Senaryo yazmaktaki en büyük güçlüğün o bir cümleyi kurmak olduğunu kendi deneyimlerimden biliyorum, size de bu konuda acele etmemenizi öneririm. O cümle elinizde hazır olmadığı için vazgeçmeyin, çalışmayı sürdürün, eninde sonunda aslında neyi anlatmak istediğinizi bileceksiniz.

Bu aşama düşünme aşamasıdır. Melek kavramı ve meleklerle ilgili sahip olduğunuz bilgileri düşünün, not alın. Bu faaliyet bilinçaltınızın bu konu üzerinde tam kapasite çalışmasını sağlayacak ve sizi ilhamlara daha açık hale getirecektir.

Meleklerle ilgili en kesin bilgi insanlara yardım ettikleri. Bu, insanların büyük çoğunluğunun da kabul ettiği bir veri, meleklere inanmayanlar da onların insanlara yardım ettikleri fikrini işleyen bir filmi yadırgamayacaklardır.

Tamam ama bilgimiz yetersiz. Örneğin meleklerin insanlara hangi koşullarda ve nasıl yardım ettiklerini bilmiyoruz. Kafalarına göre hareket edip diledikleri an insanların işine karışıyorlar mı, yoksa bizim onlardan yardım istememiz mi gerekiyor?

Ve yardımı nasıl yapıyorlar? "Daima"da olduğu gibi hep yanımızda duruyor ve bize fikir mi veriyorlar? Düşüncelerimizin bir kısmı aslında onlara ait de biz onları kendi fikrimiz mi sanıyoruz?

Bir film hikayesi yazmak için seçimler yapıldığından bahsetmiş, senaryoda asıl neyi anlatmak istediğinizi belirten bir cümleyi belirlemenin şu aşamada zor olduğunu, bu konuda sabretmek gerektiğini belirtmiştik.

Bu aşamada yapılacak en uygun faaliyet melekler hakkında düşünmek, yani dikkatini o konuya yönelik tutmaktır. Meleklerle ilgili yazacaksanız, böyle bir işe kalkıştığınız bilinciyle davranırsınız, konuyu kafanızda taşırsınız. Böylece konunuz, ilham mekanizmasında öncelikli yer sahibi olur, durup dururken aklınıza, melekler veya insanlarla ilişkileri hakkında bilgiler, sahne ve diyalog fikirleri gelir, hikaye yavaş yavaş kurulmaya başlar.

Üzerinde ne kadar çok durursanız o kadar çok ilham alırsınız.

İlham büyüleyici bir mekanizmadır; örneğin meleklerle ilgili bir proje üzerinde çalışmaya niyet ettiğiniz an, var olan her şey ve herkesle aranızdaki bağlantıdan meleklerle ilgili bilgiler akmaya başlar. Dahası da var: Evren size bu konuda yardım etmeye başlar. Örneğin televizyonda kanal gezerken meleklerle ilgili bir tartışma programına veya diziye rastlarsınız, otobüste meleklerle ilgili bir sohbete kulak misafiri olursunuz, düşünüzde onlardan birini görürsünüz veya bir melek sizinle iletişime geçer.

Yazmaya ne kadar kararlı olursanız, evren de size o kadar yardım eder.

Yan gelip yatarsanız ilham/yardım azalır, bir süre sonra da biter. Çalışmaya, yani düşünmeye devam etmeniz gerekir. Hikaye tamamlanana ve siz melek olana dek...

Kan ter içinde çabalamanıza gerek yoktur, kararlı olmak yeter.

Bir de -işte bu zordur- alçakgönüllü olmanız gerekir. "Ben" yazacağım, hikayeyi "kendim" bulacağım, "benim" yaratıcılığım sayfalara akacak, biçiminde inat ederseniz, egonuz kazanır belki ama siz kaybedersiniz, çünkü kendi iç sesinizin gürültüsü ilhamı bastırır. Egonuz ilhamını aldığınız fikirleri beğenmez, sonunda oluşacak muhteşem yapıyı önceden göremediği için direnir, başka yapılar oluşturmaya kalkışır, işleri arapsaçına çevirir.

İnanın bana, en güzeli ve uygunu ilhama kulak vermektir, egonuz kontrol altına girene ve siz kendiniz dışında şeyler de (örneğin bir bebek, bir alkolik, frijit bir kadın, aç bir köpek veya bir melek) olabilene dek.

Kendiniz kadar başkaları da olamazsanız başkalarına hikayeler anlatamaz, onları yüreklerinden vuramazsınız.

Melekler hakkında yazacaksanız, melek olacaksınız.

Ben bir meleğim...
Olduğunuzdan başka bir şey olmak fikri size ters geliyorsa "ben bir meleğim" cümlesini (mümkün oldukça yüksek sesle) tekrarlayın. Çıkın balkona, çevrenizdeki hayata bakın, bir meydanda, caddede durup insanları seyredin, televizyonun karşısına geçin, kanallar arasında gezinin ve tekrarlayın: "Ben bir meleğim."

İnsan gibi görmeyi bırakın, bir melek gibi görün.

Yatağınıza uzanın ve bırakın zihniniz gezinsin çevrede. Bir melek gibi düşünün.

Ben bir meleğim.

Çiçek nedir biliyorum ama hiç çiçek koklamadım. Hiç dikmedim de, büyümesini seyretmedim.

Aşkı tanıyorum, ama ben hiç aşık olmadım.

Hiç yıkanmadım, yüzmedim, derinlere dalmadım. Yağmur nedir biliyorum ama hiç ıslanmadım.

Çocuğuma sarılmadım hiç. Bir domatesi ısırmadım. Kendimden geçercesine dans etmedim. Araba kullanmadım. Hamakta uyumadım. Bir stadyumda binlerce insanla birlikte haykırmadım. Resim yapmadım. Sevgilimi omzundan öpmedim.

Melek olmakla ilgili ilk önemli duyguyu yakaladınız böylece: İnsanların yaşadığı pek çok şeyi büyüleyici buluyorlar. Kim bilir belki de imreniyorlardır bize. Onların sadece (bizden görerek) bildiği milyonlarca deneyimi ve duyguyu bizzat yaşadığımız için.

Örneğin melek üşümeyi bilmez. Parasızlığı. Özlemeyi. Efkarlanmayı. Korkudan titremeyi. Kendini değersiz hissetmeyi. Diş ağrısıyla kıvranmayı. Bir yakınını yitirmenin acısını. Terk edilmenin yarattığı boşluğu. Oğlunu savaşa yollamayı. İntikam planlamayı. Nefreti.

Öyleyse melek için insanın kendisi büyüleyici. Acısı tatlısıyla her türden deneyime açık yaşadığından. Meleğinkine kıyasla insanınki süngü ucunda yaşamak. Bıçak sırtında. Uçurum kıyısında. Çoğunlukla boşlukta...

Senaryonuzun önemli temalarından biri daha çıktı böylece: İnsana saygı.

Zaten insana secde etmesi istenmişti.

Meleğin yapmadığı bir şeyi yapmayı kabul ettiği için: Bedenlenmeyi.

Dünya üzerindeki bu zor hayatı yaşamayı.

Meleklerin en güçlü duygularından birinin insanlara yardım etmek olması çok doğal; bizim hayatımız onlara çok karmaşık, görkemli ama aynı zamanda korkutucu geliyor (Sanırım Wenders bu yüzden "Himmel Über Berlin-Berlin Üzerinde Gökyüzü"nün meleklerle ilgili bölümlerini siyah-beyaz, diğer kısımları renkli çekmiş).

Onlar sadece melek, oysa insan tam karşıtını da içinde barındırıyor: Şeytan dediğimiz varoluş biçimini, kötücüllüğü...

Bu iki yan sürekli çatışıyorlar. İnsan yüreğiyle zihni arasındaki gerilimden yorgun düşüyor. Ruhu alt üst oluyor, kafası karışıyor. İçindeki sevgi ile korku arasında savruluyor.

Hayat zor ve melek bunu biliyor.

Farklı eğilimler
Tam da bu yüzden melekleri konu alan filmlerin hemen tamamı insanlara yardım temasıyla o ya da bu şekilde ilgileniyorlar. Meleklerin varoluş biçimi ve duygularıyla ilgileri ise farklı seviyelerde.

"Always / Daima", melek olarak dünyaya geri yollanan kahramanımızın kendisinin sahip olduğu ve -ölerek- yitirdiği şeyleri bir başkasının kazanmasına yardımcı olmasındaki gururlu hüzne odaklanır. "It's A Wonderful Life" ise intihar etmeye karar vermişken karşısına çıkan koruyucu meleği aracılığıyla insan olmanın ve hayatın olağanüstü yönlerini öğrenen bir insanın yaşadıklarına ve duygularına... "Berlin Üzerinde Gökyüzü" meleklerin duygularına ağırlıklı yer verirken ondan hareketle yapılan "City of Angels / Melekler Şehri" -Holivud'dan bekleneceği üzere- meleklikten vazgeçip insan olmaya karar veren ana karakterinin yaşadığı aşk hikayesine odaklanır. Her gün 19.30'da Digitürk Hallmark kanalda gösterilen "Meleklerin Dokunuşu" dizisinde ise ana karakterler melekler, "bedenlenerek" insanlar arasına karışıyor, onlara sorunlarını çözmeleri için yardım ediyorlar.

Bunlar tercihlerdir. Bunları ve hayatı "bir melek olarak" inceler, yeterince üzerinde durursanız sizin tercihiniz de netleşmeye başlayacaktır.

Kuşkusuz tercihinizde kişiliğiniz ve yaşam görüşünüz ağırlıklı rol oynayacak. Örneğin bir yazar melekler kadar "melek gibi" insanlar sayesinde de hayatın güzelleştiğini anlatmayı yeğlerken bir diğeri çeşitli insanlara yardım etmekte başarısız olan melekleri anlatmayı ve böyle bir hikaye aracılığıyla ilahi yardımlara rağmen dünyada işlerin kötüye gittiği çünkü insanoğlunun çiğ süt emmiş olduğu mesajını vermeyi tercih edebilir.

Bu aşamadaki eylem planınız basit: Mümkün olduğunca malzeme toplayın ve ilham alın, sonra kafanızdaki her şeyi tek bir cümleyle ifade edin.
top