Kısa Film Nedir, Ne Değildir?


KISA FİLM NEDİR, NE DEĞİLDİR?
1996 yılında “kısa film”in ne olduğunu soruşturan bir kitap yayınlanmıştı. Yazar “kısa film nedir?” sorusu için dönemin bilinen sorularını derleyip, konunun üstatlarına göndermiş ve cevaplarını bir kitap haline getirmişti. Kitabı bir solukta okumuş, ama kitapta “kısa film nedir?” sorusuna verilmiş tatmin edici bir cevap bulamamıştım. Cevapların bir kaçı soruya teğet geçiyor, büyük çoğunluğu da çok uzak sularda geziniyordu. Hatta bazı cevaplar klasik olabilecek(!) kadar saçmaydı! O zaman, kitaptaki tanımlar için bir yazı yazmayı düşündüm, Fakat sorun tanım yaparak çözülecek gibi değildi. Çünkü kısa film üstüne hem yayıncılık hem de eğitim alanında büyük bir boşluk vardı.
Yıllar geçti. Hareketli görüntü dijitalleşince ülkemizde her yıl, %90’ı öğrenci filmi olmak üzere, yüzlerce film yapılmaya başlandı. Doğru-yanlış birçok kitap yazıldı ve çevrildi. Geçenlerde, genç bir sinemacı bir siteye “kısa film nedir?” sorusuna 21 sinemacımızın verdiği cevabı/derlemeyi koydu. Cevapları okuyunca gördüm ki, aradan geçen 15 yıla rağmen, cevaplar neredeyse aynıydı ve cevaplar yerinde sayıyordu. Biliyorum ki eğitim alanı da hala yerinde sayıyor. Hele öğrenci filmleri dışında hala bağımsız olarak 100 tane bile kısa filmin yapılmadığı ama 150 tane kısa film festivali ve yarışmasının yapıldığı bir ülkede ve “youtube” çıkalı veya kısa film eğitimi ulusal kanallarda ayağa düşeli beri!..
Özel çabalara gerek yok. İnternete girip kısaca bir araştırma yapmak ve kısa film için kolayca aşağıdaki gibi bir derleme yapmak mümkün;
- Derdini kısa, öz ve zekice anlatan bir ifade aracıdır.
- Kısa film piyasadan bağımsız, bir özgürlük alanıdır.
- Kısa film uzun filme atlama tahtasıdır (veya değildir.)
- Gerçekleri sergilemekten çok, gevezelik yapmayan sanatsal bir anlatım ve algılama tarzıdır.
- Kısa film nicelikle değil nitelikle ilgilidir.
- Sinemanın bilinen formların dışında bir araştırma formudur.
- Kısa film, uzun filmin anası/atasıdır.
- Kısa film amatördür.
- vb….
Bence bu sorunun aşılamamış olmasının temelinde, sinema alanında, “üretim araçları” ve “üretim ilişkileri”ni kapsayan teorik bir “üretim tarzı” düzeyinin tanımlanmamış olması yatıyor. Çünkü ülkemizde “üretim tarzı” kavramı “üretim araçları”nın ucuz ve kolay bulunabilirliğine indirgenmekte ama her teknolojinin aynı zamanda bir üretim ideolojisi içerdiği “üretim ilişkileri” boyutu ise sürekli göz ardı edilmektedir. (Bunun için eski bir yazımdan uzunca bir alıntıyı almak zorundayım.)
“Hareketli görüntünün ilk elli yılı, bir anlamda “pelikül film” çağıdır. Pelikül filmin üstünde görüntünün oluşumu, doğası gereği, önce optik daha sonra da kimyasal iyonların set, stüdyo ve laboratuarlardaki işlemlerine dayanır. Bu çağda, hareketli görüntüyle üretilebilecek her tür dramatik, sanatsal, kültürel veya bilimsel ürün, tamamen pelikül filme bağlı bir manifaktür veya endüstri ürünü olarak üretildi. Fakat pelikül üretim tarzı, (PÜT) doğası gereği Taylorist (bant usulü!) ve pahalı bir üretim tarzıydı. Dolayısıyla büyük sermaye ve onun yönetiminde çalışacak yetkin zihinsel, plastik ve fiziksel uzmanlıklar ve işbölümlerini gerektiriyordu. PÜT çağı bu yüzden on yıllarca hareketli görüntülerin dramatik formu olan sinemanın gelir-gider dengesi üzerine kuruldu. Bir alfabe olarak hareketli görüntünün diğer imkanları bu pahalılık yüzünden pek kullanılamadı. Bu üretim tarzının hukuki, ekonomik ve eğitim ideolojileri de hala tüm devlet, sektörel kurumlaşma ve üniversitelerde egemen ideolojidir.
Teorik ve pratik ipuçlarının keşfi pelikül filmin başlangıç yıllarına dek götürebileceğimiz elektronik/digital (sayısal) hareketli görüntünün üretim tarzı (EÜT) ise, ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra TV yayıncılığı yoluyla dünya çapında yaygınlaştı. Başlangıçta, kuruluş sermayesinin çoğunu sinema ve basın sektörlerinden alan bu sektör, soğuk savaş döneminde, genellikle devletlerin veya bazı gelişmiş Batı ülkelerinde büyük özel sermayelerinin egemenliğinde, ama daha çok tek taraflı bir yayıncılık olarak gelişti.
Hareketli görüntünün EÜT yoluyla üretim ve tüketimi, PÜT kadar pahalı değildir. Fakat bu özellikle soğuk savaş dönemi ve ona bağlı ekonomi politik ideolojiler yüzünden sürekli olarak ötelendi ve toplumsallaşamadı. EÜT ancak, 1980’li yılların ortalarında, dünya elektronik tekellerinin üretim ve tüketim araç ve gereçlerini ucuzlatıp piyasaya sürmesiyle, dünya çapında yaygınlaşıp toplumsallaşabildi.
EÜT’nın bu şekilde yayılması her düzeyde (eğitim, üretim ve tüketim/seyir) PÜT’ın geleneksel otoritesini sarsan büyük bir kırılmayı da beraberinde getirdi. 1980’li yılların başlarında yaşanmaya başlanan bu kırılmanın gerçek anlamı, EÜT ile yapılacak her tür dramatik, belgesel, kültürel, bilimsel, v.b. ürünlerin, üretim ve tüketim / seyir imkânlarının (aslında!) çok daha ucuz ve daha az uzmanlık ve işbölümü gerektirmesidir. Yaşanan kırılma dolayısıyla eskiden daha çok sermayedarın sahip olabildiği üretim ve tüketim imkânları böylece sıradan (!) bireylerin de tasarrufu altına girmeye başladı. Bu değişim (bir anlamda KOBİ’leşme) kısa sürede hareketli görüntü ile üretilecek her tür formun da önünü açtı. Belgesel sinema, deneysel sinema, kısa film ve animasyon adeta bir altın çağ yaşamaya başladı.
Günümüzde hareketli görüntünün tüm dünyadaki TEMEL ÇELİŞKİSİ, artık her geçen gün tarih sahnesinden çekilmekte olan eski PÜT ile birikmiş ve kendini EÜT’na uyarlamış uluslararası entertainment sermayesi ile her geçen gün biraz daha toplumsallaşan EÜT’nın kobileşen yerel biçimleri arasındadır.”
Son söyleyeceğim şeyi başta söyleyerek, “kısa film”in (kendimce!) kısa bir tanımını yapmak istiyorum. KISA FİLM, HAREKETLİ GÖRÜNTÜLER (SİNEMATOĞRAFİ) İLE BİR TOPLUMSAL YAŞANTI İÇİNDEKİ BİR EYLEM (OLAY/DURUM ÖRGÜSÜ) BİLEŞİMİNİ ANLATAN KISA ANLATIM FORMUDUR.” Bu kadar basit (mi)!..
Evet, basit ama zor!.. Çünkü tanım içindeki bazı kavramlar konusunda herkesle aynı fikirde olduğumu sanmıyorum. Bu yüzden bu kısa tanımdaki, özellikle “olay”, “durum” ve “eylem” gibi, daha çok epistemolojiyi ilgilendiren kavramların, önce günlük dilimizdeki bulanık kullanımlarından uzaklaşmak gerekiyor. Çünkü “olay” ve “durum” kavramlarını günlük yaşantımızda, “bir olay mı var abi?” veya “bir durum mu var abi?” diye, neredeyse birbirinin yerine bile kullanıyoruz. İki kavramı burada ayrıntılı olarak tartışmak mümkün değil. Fakat, en azından Arda Denkel’in “Nesne ve Doğası” adlı kitabında “olay” kavramının 4 farklı tanımını, eski Yunan’dan günümüze kadar uzun uzun tartıştığını biliyorum. Çünkü biz bir yandan da lisedeki fizik kitaplarında Einstein’ın, Newton’un “uzay” ve “zaman” kavramlarını nasıl çöpe atıp, onları tek bir “enerji” veya “uzay/zaman” olarak tanımladığını unutup, sinema öğrencilerimize hala “Sinemada uzay ve zaman” konulu tezler yazdırmaya devam ediyoruz!
Kısa ve kestirmeden gitmek için Yılmaz Öner ve Arda Denkel’in fizik ve felsefe için tartıştığı bazı kavramları, okuyucunun sabrına da sığınarak ve sanatın ham malzemesi olan yaşantı (toplumsal formasyon) içine taşıyarak, aşağıya sıralıyorum.
DURUM; dediğimiz şey, içinde değişim arızaları barındıran ama bu arızaları harekete geçiremediği için, kendisini sürekli değişmeden yeniden üreten bir süreçtir. Yani durum dediğimiz şey, kimi türden olayların yokluğunda, nesnelerin belirli bir araya geliş biçiminin bozulmadan süregelip-süregitmesidir.
OLAY; dediğimiz şey, kendini değişmeden yeniden-üreten bir durumun, barındırdığı arızalardan biri harekete geçmiş ve kendini “yeniden-yeniden üretim”e geçirmiş bir değişimidir.
Dolayısıyla her “olay”, bir “durum”un değişim süreci ve yeniden bir durum sürecine sönümlenmesidir. Yani, her durum ve olay belli bir zamanda yer alır veya bir süreyi gerektirir. Zaman ve nedensel ilişkilerin söz konusu olması için bir değişim, yani olay(lar)ın meydana gelmesi gerekir. Değişim sürdüğü müddetçe olay da sürer, değişim durunca olay da duruma dönüşür. Bir süreyi zorunlu kılmalarına karşın olaylar kısa,
durumlar ise çok daha uzun bir süreyi gereksinirler.
Dolayısıyla, her olay ve durumun bir başı, bir ortası (zirve noktası) ve bir sonu vardır. Bir süreç içindeki her durumun, başı, ortası ve sonu da (görece) aynıdır.
Fakat bir olay başlar, gelişir ve biter. Her olayın bittiği yer yeni bir durumun başıdır.
SÜREÇ, olayların belirli bir ara düzeni izlemesidir. Süreçler olay demetleri, olay bileşikleridir.
UZAM, felsefik anlamda, algılanan nesnenin temel niteliği veya bir nesnenin uzayda kapladığı yer olarak tanımlanabilir.
OLAY DİZİSİ ise aynı nesne üzerinde art arda gelen değişimler, kalıcı bir nesne üzerindeki birbirini izleyen olaylardır.
Okuyucunun yukarıdaki tanımların hepsini aynı anda akılda tutması ve tutarlı bir bütün oluşturmak için kullanması oldukça zor olabilir. Bu yüzden drama alanının günlük diline yaklaşmamızda yarar var. Önce, kullanageldiğimiz dramatik “olay örgüsü” kavramı için küçük bir tashihe ihtiyacımız var. Çünkü bu kavram ülkemizde bir “kalıp olarak” ve “bulanık anlamlı” olarak kullanılıyor. Kavram drama literatüründe asıl olarak “neden-sonuç (nedensellik) ilişkileri içinde olayların gelişimi” olarak, yani çoğul anlamda anlaşılır ama tekil olarak, yani “olay örgüsü” olarak yazılır. Aslında kavramın “olay(ların) örgüsü” olarak yazılması daha doğrudur. Bunu netleştirmek önemli, çünkü yaptığımız tashihi, şimdi yine kullanageldiğimiz “kısa film”, “uzun film”, “dizi film” tanımlarıyla (aslında onlar da ekonomi politik tanımlardır!) birlikte yeniden ayrıma sokacağız;
KISA FİLM, “bir olay/durumu” veya “bir olay/durum ve o olay/durumun çevresindeki bileşimi” anlatır. Bu soyut tanımı yaşantı içine koyarak, kişi/özne, uzam ve eylem kavramlarını yukarıdaki, “yaşantı içindeki bir eylem (olay/durum) bileşimi” tanımını ile birlikte kullanmaya hak kazanırız. Burada herhangi bir eylem (olay/durum) bileşiminin açımlanması şüphesiz kısa filmin uzunluğunu belirler. Bu bir dakika da olabilir, 10 veya 45 dakika da… Dolayısıyla “kısa film”in, “kısa” uzunluk sıfatı yüzünden ve doğal olarak “süre” üzerinden tanımı eksik veya yanlıştır! Anlatılan bir eylem (olay/durum) bileşiminin açılımı ne kadar sürerse, o kısa filmin süresi de o kadardır! Kısa filmin süre sıfatıyla kullanılan bu ölçüsü, genellikle festival programlarından sinema literatürüne sızmış ekonomi politik bir ölçü, hatta dayatmadır!
Burada konumuz olmasa da tashih ettiğimiz kavramları;
UZUN FİLM, neden-sonuç (nedensellik) ilişkileriyle birbirine bağlanan (gelişen) “durum/olay-ların örgüsü” olarak,
DİZİ FİLM de (aslında!) neden-sonuç ilişkileriyle birbirine bağlanan (gelişen) bir “çerçeve öykü” altındaki “öykülerin örgüsü”dür,
diye kullanabiliriz.
Yukarıdaki kısa film tanımını edebiyata yaklaştırırsak, “kısa film” dramatik bir anlatı formu olarak edebiyattaki “kısa öykü”ye denk düşer. (Fakat klasik anlamda 90 dakikalık bir “uzun film”, (genellikle “roman”a benzetilse de!) aslında “uzun öykü”ye (novel) denk düşer. Klasik anlamda 300 sayfalık bir roman, bir uzun filmin neredeyse 2 misli durum/olayların örgüsünü içerir. Uyarlamalar için “roman”a 45’er dakikalık 4 bölüm dizi formunun daha uygun düştüğü söylenir!)
Dolayısıyla, öğrenci veya genç sinemacıların içine çok düştükleri yanılgılardan birisi de bu iki formatın birbirine uyarlanabileceği yanılgısını da cevaplamış oluruz. Yukarıda tanımlandığı üzere, madem ki kısa film ve uzun film iki ayrı (burada “dramatik”) anlatı formudur, kısa film uzatılarak uzun bir film, uzun bir film de kısaltılarak (özetlenerek) bir kısa film yapılamaz. Burada konumuz dışı olsa da, aşağıda vereceğim Brecht örneğindeki gibi, şüphesiz uzun filmin “durumlar/olayların örgüsü” içinde kısa film olmayı hak edecek bazı tekil “durum/olay”lar olabilir. Fakat onların tasarımı mutlaka, “durumlar/olayların örgüsü”den kopartılarak alınmalı ve kısa dramatik anlatı formuna göre yeniden tasarımlanmalıdır.
Yukarıda özetlenen anlayışları, edebiyatın “kısa öykü” ve “roman” anlatıları için sorguladığımızda, sinemacıların ne kadar ideolojik bir sorunsalı içinde kaldığını ve bu tanımların tuhaf hatta gülünç olacağı da görülecektir. Hayatında hiç roman yazmamış bir kısa öykücü (mesela Çehov) bütün o klasik öykülerini bir roman yazmak için mi yazdı?! Veya kalem, kağıt ve mürekkep ucuz olduğu için mi Dostoyevski özgürce roman yazabilmişti de kısa öykü yazmaya tenezzül etmedi. Örnekleri, Çehov çok mu amatör ve özgür, Tolstoy çok mu piyasaya bağımlıydı veya geveze bir anlatıcıydı, vb. sorulara çoğaltmak da mümkün!..
KISA FİLM VEYA KISA EDEBİ ÖYKÜ NEYİ ANLATIR.
Sinema, tarihteki yolculuğuna 120 yıl önce ve daha sektör olmadan, kısa filmle başlamıştı. İlk güzel örneklerini Amerika’da veren edebi kısa öykünün ortaya ise sinemadan iki misli uzun bir tarihe geri gider. Peki, birisi yazılı diğeri hareketli görüntü alfabesi ile bu iki kısa dramatik anlatı biçimi acaba bize neleri anlatır?
Bu sorunun cevabını, insanoğlunun dünya üzerinde küreselleştirdiği (ortaklaştırdığı) toplumsal formasyonlarda (yaşantılarında) aramak gerekir. Dünyanın herhangi bir yerindeki bir toplumsal yaşantı içinde, bazı öykülemeler (durumlar/olayların örgüsü) eğer önce romanlar daha sonra uzun filmler yoluyla da anlatılmış iseler ve bu öykülemeler dünyanın diğer yörelerinde anlaşılabiliyorsa, bu ortak paydanın o kültür coğrafyasında da yeteri kadar anlaşılabilecek ortak bir paydası olduğu içindir. Andre Bazin, Afrikalı yerlilerin seyrettiği filmde öykülemeyle değil de öykülemenin fonundaki hayvanlar vs. ile ilgilendiklerini anlatır. Çünkü o filmin içinde geçtiği toplumsal yaşantı ile Afrikalı yerlilerin ortak paydası ancak o kadardır.
Kısa filmcinin görevi işte bu (evrensel/ortaklaşmış) yaşantı içinde, o yaşantının bütünü sorgulayacak bir “olay/durum (eylem) bileşimini bulmaktır. Mülkiyet ilişkileri açısından bir ev sahibi ile bir kiracının ilişkisi temel olarak kalmış ama bu temel, tarih içinde çeşitli toplumlarda farklı biçimlere bürünmüştür. Bu iki tarafın karşılıklı duruşu, Eski Yunan’da bir destanda, Lonra’da bir romanda veya uzun bir filmde New York’ta anlatılabilir. Peki bir kısa filmci bu iki taraf arasında, kısa film anlatısı için kendisine gereken “olay/durum (eylem) bileşimi”ni nasıl bulacak? Brecht bunun için çok güzel bir örnek verir. Yanına avukatını da alıp gelmiş ev sahibinin, kiracıyı zorla evinden çıkardığı o kısa “alıntı” (tasarım) içinde. Öyle bir “alıntı” ki tarafların tüm süreçlerine diyalektik olarak yayılsın…
“İlginç bir öyküm var, mutlaka onun filmini yapacağım” iddiası kısa (hatta uzun) film camiasında çok duyulan bir cümledir. Sinemacılar çoğunluk sanır ki kendilerine “ilginç” gelen bir “öykü” herkes için de ilginç olacaktır. Sonuçta bu iddia ile birçok uzun veya kısa film yapılıyor ama seyirci o filmleri hiç de “ilginç” bulmaz. Ben buna genellikle, “Evet, ilginç ama kısa film olmayı hak edecek bir derinliği yok!” demeyi tercih ediyorum. Sorun “ilginç” olanı bulmak değil, arayışı “ilgi duyulacak olan şey”e çevirmek olmalıdır. Şüphesiz bu da bir “olay/durum” avcılığından çok entelektüel bir çaba gerektirir.
Yeri gelmişken, kısa filmciliğe bir CV olarak bakma yanılgısına da değinmekte yarar var. Kısa film çekmiş olmak PÜT zamanında belki kimlik veren önemli bir deneyimdi. Bu anlayış günümüzde de, biraz da çaresizlik yüzünden, aynı dozda sürüyor. İstisnayı bozmuş falanca yönetmenin tavsiyesi veya benzer tekil örnekler de kafaları iyice karıştırıyor. Oysa eskiden oldukça dikkate alınan bu ölçü günümüzde pek geçerli değil. Çünkü kimseye, bırakın iyi kısa filmciyi(!), 500 bölüm birinci sınıf tv dizisi(!) çeken bir yönetmene bile, gel şu filmi çek, demiyor artık. Kısa filmden sonra uzun film çekmek tabii ki mümkün. Ama uzun filmin sektörel ilişkileri içinde kısa filmcinin deneyimini bir CV olarak kullanabilmek artık eskisine göre (kolay gibi dursa da) çok daha zor. Bu belki sadece kısa filmcinin kendisi için bir deneyim birikimi olabilir. Öyle de kalsın zaten. İsteyen gidip uzun filmci olmayı öğrensin ve olsun. Ama kısa filmcilik de artık kendi başına bir anlatı formu olarak daha gelişsin. Çünkü elektronik üretim tarzının imkanları ona altın bir tepside birçok olanaklar sunuyor.
Hüseyin Kuzu
Herkes İçin Sinema

0 yorum:

top