Manifestolar genellike yırtılmış, kenara atılmış politika akan, estetik ve tarihi barındıran sayfalar olarak anılarak günümüze gelmiştir aslında. Ama film gerçeği manifestolarda gizlidir. Yırtılmak üzere olduğuna inandığınız bir manifestonun inandırıcılığı, onun nasıl ele alındığına ve bakış açısıyla doğrudan ilgilidir. Film manifestolarının tarihi ironik olarak çok yaygın olarak bilinmesede aslında her tarafa nüfuz etmiştir ve kesinlikle “ilk sinema” başlar başlamaz manifestolarda ortaya çıkmaya başlamıştır. En erken manifesto oldukça kısa ve keskindi ;



“Sinema geleceği olmayan bir icattır” – Louis Lumiere



Manifestoların içeriklerine derinlemesine baktığımızda amaçlarının, misyonlarının ne olduğunu anlamak çok önemli. Onlar ne sinemayı değiştirmek için yazıldı ne de farklı tarzlarda yeni sinema hareketleri getirmek için düşünüldüler. Basitçe manifestolar tek şey için varlar dünyanın ta kendisini değiştirmek için. Evet hiç mantıklı değil öyle mi ? Bir şahıs asla hareketli imgeleri dünyadan ayıramaz veya basitçe bir aynayı ve gerçeğin yansımasını. Bunun yerine şahıs hareketli imgeleri gerçeği oluşturan bir unsur olarak düşünür veya öyle düşünmek zorunda. Görüntü değişirse dünya da değişir. Bu düşünce azımsanmayacak derecede film adamlarının arasında döndü dolaştı. Hatta tek film adamı değil teorisyenleri ve provokatörleri. Birisi çok basitçe bunları Dziga Vertov, Andre Bazin, Laura Mulvey, Jean – Luc Godard, Guy Debord, Luis Bunuel, Lars Von Trier, Keith Sanborn gibi film adamlarının yazılarında görebilir. Ve manifestoların “Gizli Hikaye”si manifestosu kökenini 18.yy da meydana gelen manifestoların gaddarlığı ile alıyor.


Manifesto stili yazımlar geriye doğru izlenirken şunlara rastlamak mümkün ; Independence and the Bill of Rights, to Elizabethan pamphleteering , Thomas Nashe ve Gabriel Harvey. Hatta daha da geriye gidersek ” Eski Ahit” ve ” On Emir” ve modernist manifesto hakkıyla Karl Marx ile başlıyor. Komünist Manifesto’nun ruhu Godard’ı tutunda Dogma95’e kadar herşeyi sarıp sarmalarken Karl Marx’ın öldükten sonra yayımlanan eseri ” Theses on Feuerbach” Tez No 11’de özetlediği gibi manifestonun tüm fonksiyonlarının ve topluma karışma rolünü anlayabilmek için düğüm bir noktada duruyor.




” Filozoflar sadece çeşitli yollarla dünyayı yorumladılar. Ancak olay yorumlamada değil onu değiştirmekte bitiyor”


Fakat nasıl olurda görüntüler dünyayı değiştirebilir ? 100 yıllar veya daha fazla önce manifestolarla var olan görüntüler şu gerçeği gösteriyor ki ; baskın ve alternatif toplum sınıfında sirküle olan görüntüler programatik ve doğrusal olmayan biçimde işlemiyor, film yönetmeninin veya teorisyeninin aşılamak istediği ne olursa olsun farketmiyor. Daha çok detaya girersek Luis Bunuel 1928’de Salvador Dali ile bir çalışması esnasında Dali’ye şöyle yakarmış ;


” Her yeni bir şeye tapınmaya başlayan, hatta tüm bu şeyler onların derin ikna noktalarına ulaşşa bile bir şeyde basitçe çaresizlikten başka birşey olmayan ve cinayeti tutkulayan o güzelliği ve şiiri gören samimiyetsiz bu insan sürüsü hakkında ne yapabilirim ?


Manifestoların menşesi asla sanat sineması ve anlatımla uğraşan yazarlara dayanmıyor. 1950 ve 60’lı yıllarda Manifesto patlaması yaşanmış çeşitli formlar öne sürülmüş, belli başlı bazı kurallar belirlenmiş, yenilik tartışmaları başlamış , alternatifler aranmış. En doğru örnek ise zamanındaki İngiliz Özgür Sinema Hareketi olarak gösterilebilir. Başını ise İngiliz Film eleştirmeni, yapımcısı Lindsay Anderson çekiyor. Bu hareketin amacı kısa kurgusal ve belgesel filmlerin en az endüstriyel uzun metraj filmler kadar hak kazanma çabasından başka birşey değil. Böylelikle Anderson bu tarz filmlere görünteleme, yayınlama ve izleyici kazandırma mücadelesinde bulunmuş ki aksi halde sadece tozlu raflarda hayalet olarak kalacak filmlerden bahsediyoruz.

Ve tabi ki son zamanlardaki en ünlü manifesto olan Dogma 95 noktayı çok iyi vuruyor. Ve aslında eski tüm manifestoları kendisiyle birlikte geri getiriyor. Kurallarını takip etmek onun için yozlazmış estetiğin üstesinden gelmek ve yaratıcı özgürlük bilinci getirerek uzun bir sinema geleneği getirmeyi amaçlıyor veya “amaçlıyor -du! Robert Bresson Sinematograficinin notları olarak 1975’te Aforizma kitabında şöyle demiş ; Birisi kendine demirden kanunlar dövmek istiyorsa ve sadece onlara zorluklarla uymak veya uymamak şartıyla, kural takibi o zaman bir sanatçı için ön plandaki, sanatı yaratan ve devam ettiren, yeniden yaratan ve yeniden gerçeği hayal ettiren, ve sonrasında gerçeğin bir parçası olmasını sağlayan mekanizmadır. Böylelikle manifestonun en temel ilkesi daha anlaşılabilir oluyor : Sinema tarafından önerilen gerçeğin yeniden birleşimi, ve manifestoda yazılan ilkeler bu pratiğe giden bir rehber dahası kesinlikle görüntünün doğasını bozmaya niyetli olmayan bir yapılanma. Nitekim film manifestoları film çekiminden önceki akıbetlere bağlantılı olarak kameranın pozisyonunu değiştiriyor. Bu şahsa sadece çekimden önceki objenin ziyaretini ve yorumlamasını değil ayrıca görüntüyü inceleyecek izleyicinin rolünü ziyaret etmeyide sağlıyor. Öyle önemli ki izleyici ve film yönetmeninin birlikte yaşadığı bu koskocaman dünyada sirküle olan görüntülerin oynadığı rolü sorguluyor. Şimdi soruyorum sizlere görüntülerle dünyayı değiştirmek mümkün mü ? Kimse bilemez orasını mümkün ya da değil. Siz film çekerek görüntülü manifestonuzu zaten yaratırken bir yandan gerçekçi olarak imkansızı istiyorsunuz. Ancak sinemanın rolü bu imkansızı istemek ve arzulamak. Sinema bir ütopya değil. İmkansız gerçeği arzulayan bir sanat.








Bu yazı Toronto Üniversitesinde Sinema çalışmaları Enstitüsünde görevlendirilen Scott MacKenzie’nin yazısından alıntılar yapılarak yazılmış ve çevrilmiştir.

0 yorum:

top